Hz. Peygamberi ve Peygamber Mescidini ziyaret, sıradan bir ziyaret değildir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (Hucurat, 49/2)
“Sakın terk-i edepten,
Kûy-ı Mahbûb-ı Hüdâdır bu.
Nazargâh-ı İlâhîdir,
Makam-ı Mustafa’dır bu.” Nâbî
“Andolsun, Allah’ın Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb sûresi, 33/21)
Medine, bir özlemdir. Medine’ye duyulan özlemin altında yatan, Peygambere duyulan özlemdir. Onun getirdiği değerlere duyulan hasrettir. Fakirlerin, kimsesizlerin, yoksulların, dulların, yetimlerin hiçbir zaman geri çevrilmediği makama; sevgi, ilgi ve cömertlik kapısına duyulan özlemdir. İnsana verilen değere, gönülleri kandıran Hikmet Kapısına duyulan özlemdir. Kardeşliğe, dostluğa ve samimiyete duyulan özlemdir.
Manevi Atmosfer
Mescid-i Nebevî’nin huzurlu ortamında, âlemlere rahmet Allah elçisinin kuşatıcı rahmetinin atmosferi, mü’minleri hoş bir bahar serinliği gibi sarar. Frekanslarını bu maneviyat ortamına ayarlayabilenlerin yaşadığı manevî zevkin boyutları, tahmin kalıplarına sığmaz. Bu manevî atmosfer, ruhen en kirli insanları bile bir çırpıda arıtabilecek güçtedir. Ancak bu atmosferi
soluyabilmek için frekansların bu atmosferin frekanslarına ayarlanması gerekmektedir. Onun için Peygamber mescidine frekans ayarı yaparak gitmeye büyük özen göstermelidir.
Kibir, gurur, kendini beğenmişlik, başkalarını küçük görme, gösteriş, bencillik, kin, nefret, haset, yalan / dolan gibi dalgalarla hiç tutmazmış Mescid-i Nebevî’nin frekansları. Bilenlerin anlattıklarına göre, işlenen günahlardan dolayı duyulan pişmanlık, tövbe, istiğfar, mahviyet, yapılan kötülüklerden ötürü duyulan mahcubiyet, ihlâs, samimiyet, içtenlik, manen arınma tutkusu ve günahlara dönmekten ateşe girmekten korkarcasına endişe duyma gibi özelliklerle tutarmış Mescid-i Nebevî’nin bu manevî atmosferinin frekansları.
Mü’minler denizinde bir damla olmanın heyecanını yaşayanların ve bu denizin bir damlası olmayı nasiplerin en büyüğü sayanların frekansı tutarmış Peygamber mescidindeki manevî atmosferin frekanslarıyla. Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen, kendisi için istediğini mü’min kardeşi için de istemeyen, komşusu açken tok yatan ve Allah için sevmeyenlerinki ise tutmazmış.
Medine-i Münevvere, Hz. Peygamber oraya hicret etmeden önce Yesrib diye anılırdı. Merkezinde uzun yıllar birbirleriyle kavgalı olan Evs ve Hazrec kabileleri ile, etrafında birçok Yahudi kabilesinin yaşadığı eski bir yerleşim merkezi idi. Başta hurmacılık olmak üzere, ziraatın hâkim olduğu, bitki örtüsü, iklimi, havası ve suyuyla gayet güzel bir mekan idi.
Burası, Evs ve Hazrec’den gelen birçok bahtiyar insanın I. ve II. Akabe bey’atlarında Hz. Peygamber’e bey’at etmeleriyle İslâm’la tanışan, daha sonra Mekkeli birçok muhacirin sığınağı ve hicret yurdu olan, halka halka yayılması sebebiyle
İslâm’ın parlayan merkezi oldu. Yesrib iken, Hz. Peygamber’in hicret etmesiyle el-Medinetu’l-Münevvere oldu. Yani Allah’ın nuruyla, din ile aydınlanan şehir... Din, medeniyet ve Medine kavramlarının aynı kökten gelmeleri ve aralarındaki mana ve muhteva birlikteliği sebebiyle din ve medeniyetin yeni beşiği. Ve nihayet Hz. Peygamber’in oraya yerleşmesiyle ‘Medinetü’n-Nebiyy’ yani Peygamber Şehri’ne dönüşen hicret yurdu...
“Dest-bûsı arzûsıyla ger ölsem dostlar,
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su.” Fuzuli
“Dostlarım! Şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem,
ölüp toprak olduktan sonra toprağımı testi yapın ve onunla Sevgiliye su sunun.”
(Su Kasidesi/Fuzuli)
Medineliler tarafından tarifi imkânsız bir sevinçle, coşkulu bir şekilde karşılanmıştı günlerdir beklenen hicret yolcusu. O’nu önceden tanıyanlarda depreşmiş bir hasret, ilk defa görüşenlerde ise garip bir heyecan vardı. Sonunda beklenen misafir Yesrib’e teşrif etmiş, böylece Medine’nin bir peygamberi, Hz. Peygamber’in ise bir Medine’si olmuştu.
Hicret, terk ediş demekti. Evi, barkı, doğup büyüdüğü şehri, Mekke’yi terk ediş... Çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği, hatıralarla dolu olan ve her şeyden önemlisi Kâbe’nin bulunduğu bir iklimden ayrılış demekti.
Hicret, bir kaçış değildi. Zorba ve zalim Mekke müşriklerinin baskı ve işkencelerinden kaçış değildi. Hicret, İslâm’ın yayılma ve yaşanmasının tıkandığı yerden ayrılıp, rahat nefes alınabilecek bir yere, İslâm’ın yaşanabileceği Medine’ye göçmekti. Hicret, Allah’ın izni ve emriyle, Allah’ın rızasını alabilmek, dinini güzelce yayabilmek için O’na gitmekti. Hicret, güçlenip geri dönmek için geçici olarak göç etmekti. Hicret, sırf Allah adına yapılan bir fedakârlıktı.
Medineli Müslümanlar açısından ise hicret, muhacir kardeşlerine kucak açış demekti. Yardımlaşma, dayanışma, paylaşma ve kardeşlik demekti. Din kardeşlerini barındırma, himaye etme ve sahiplenmekti. Bunun için ‘Ensâr’ (Yardımcılar) demişti Kur’an Medinelilere. Hicret, Medineli iki kardeş kabilenin, Evs ve Hazrec’in bile bir türlü geçinemediği mekânda, Ensar-Muhacirîn kardeşliğini gerçekleştirmekti. Evini, işyerini, hurmalığını, yiyeceğini, sermayesini kardeşiyle paylaşmaktı.
Aslında Medine’ye hicret, bir anlamda medeniyete hicretti. Cahiliyye’nin ve bedeviliğin egemen olduğu Arap toplumunda medenî olabilmek, medeniyeti tesis edebilmek, belki de yapılabilecek işlerin en zoruydu. Kültür düzeyi düşük, okuma yazma bileni az olan bir toplumu, medenî bir topluma, Yesrib’i Medine’ye dönüştürmek hiç de kolay değildi. İşte Allah Resûlü, bu zoru başarabilmek, bu toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek için hicret etmişti.
Hz. Peygamber burada, cahiliyye insanlarını medeniyete, hem de su medeniyetine kavuşturmuştu. Hem maddî, hem de manevî temizliği öğretti onlara. Temiz bir toplumun nasıl oluşması gerektiğini hayata geçirerek gösterdi. Kız çocuğunu diri diri gömecek kadar katı-gaddar insanlardan, can taşıyan her varlığa, hatta eşyaya dahi rıfkla, merhametle muamele edecek bir Medine toplumu oluşturabilmişti. Kin, nefret ve intikamın hâkim olduğu nice kalpleri yumuşatarak, onlardan bir sevgi ve merhamet toplumu meydana getirdi. Çıkarcılığı, çapulculuğu ve fırsatçılığı revaçta olan bir topluma, kendisi için istediğini kardeşi için de istemeyi, diğerkâmlığı, kardeşliği yaşattı. Komşusu aç iken, tok gezilemeyeceğine inandırdı. Dürüstlüğü, güvenilirliği, aldatmamayı, helâl kazancı, alın terini, kul hakkını, hak ve hukuku, hakkaniyeti, eşitlik ve adaleti öğretti. İyiliği, güzelliği, hayrı, ahlâkı, samimiyeti, olgunluğu, takvayı tattırdı. İnsanlara hizmette, emanet ve mesuliyet bilincini, ehil olma esasını getirdi. Dayanışmayı, yardımlaşmayı, sosyal adaleti tesis etti. Irz, namus konularında hassas olmayı, iffetli, ahlâklı bir toplum kurmayı başardı. İlme, Kur’an’a, hikmete, hakikate ve bilgiye önem verdi ve Mescidin içinde “Ashab-ı Suffa” diye anılan bir üniversiteyi açtı, onları bizzat yetiştirdi. Köle ve cariyeler, insan olduklarını, kadınlar saygınlıklarını, fakirler sahipsiz olmadıklarını, güçsüzler kimsesiz kalmadıklarını hep ondan, onun uygulamalarından öğrenmişti. Kısaca onlara insanlığı, insanca yaşamayı, Müslümanlığı, medeniyeti gösterdi.
Güç ve imkânı olduğu hâlde, misilleme yerine sabrı, Mekke’nin fethinde olduğu gibi, intikam alma yerine affı onda gördü insanlar. Medine’de Yahudi kabileleriyle birlikte barış içinde yaşama tecrübesini de o gösterdi insanlara.
Ne oldu, ey bulut,
Gölgelediğin başlar?
Hatırında mı, ey yol,
Bir aziz yolcuyla
Aşarak dağlar, taşlar,
Kafile kafi le, kervan kervan
Şimale giden yoldaşlar!
Arif Nihat Asya