Eğitim insan hayatının her aşamasının başında gelen bir unsurdur. İnsanın yaptığı işle ilgili bilinç düzeyini arttırması yaptığı işi daha verimli hale getirmesi de eğitimle mümkündür. Bu sebeple başkanlık olarak bizler de umre yolcularına kutsal topraklardan daha fazla istifade etmeleri ve yaptıkları ibadetten en üst düzeyde müstefid olabilmeleri için vahyin indiği mübarek beldelerde eğitim vermeyi amaç edinmiş durumdayız. Hazırladığımız irşat programlarını belirli bir takvimle kutsal topraklarda kafile başkanları, din görevlileri ve başkanlığımızın alanında uzman personeli marifetiyle umrecilerimize sunmaya çalışmaktayız. Bu çerçevede aşağıda kısa başlıklarla verilen irşat programları tüm umrecilerimizin istifadesine sunulmaktadır.

 

Hac ve umre ibadetindeki en önemli buluşma Kabe ile, en önemli şeairlerinin  başında ise yine Kabe gelmektedir. Kabe başta İbrahim (as) ve ailesi olmak üzere bir çok hatıraları umre yolcusunun gözünde canlandırır. Bu sebeple umre yolcusunun Kabe'de bolca zaman geçirmesi ve tefekkür etmesi hiç şüphesiz ki bu ibadetten alacağı feyiz ve bereketi daha da arttıracaktır.

Hac ibadeti; müminlerin inanç kökleriyle olan bağlantısını derinleştiren ve tazeleyen bir ibadettir. Zira haccın temeli; belirli zaman dilimi ve kutsal mekan telâkkisi üzerine inşa edilmiştir. Bu durumda hac bir bakıma, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ve ashabının İslâm’ı tebliğ ettiği döneme, oradan da Hz. İbrahim (a.s.)’in bölgeye yerleştirdiği tevhit inancına doğru manevî bir yolculuk yapmaktır. Diğer bir ifade ile vahyin nazil olduğu coğrafyayı ibretle müşahede etmek, o devirde yaşanan mana ve hatıra dolu olayları nostaljik bir atmosferde düşünüp değerlendirmektir. Çünkü yeryüzünde tevhit inancı üzerine kurulmuş, insanlar için bereket ve hidayet kaynağı olan ilk mabet Kâbe’dir. Bu Kâbe; Allah’ın emriyle Hz. İbrahim tarafından yapılmış ve orada, Allah’a hiçbir şeyin ortak edilmemesi istenmiştir. Daha sonra yine Hz. İbrahim ve İsmail’in elleriyle temelleri yükseltilmiş, insanlar için güven ve huzur dolu bir toplanma yeri olmuştur. Dolayısıyla Kâbe ve çevresinin; tavaf edenler, ibadet yapanlar, rüku ve secde edenler için temiz tutulması istenmiştir. Böylece hac ibadetinin yapılacağı yerler; Allah’a ortak koşma anlamına gelebilecek şekil ve aşırılıklardan arındırılarak yalnız Allah’a kulluk edilebilecek bir ortama dönüştürülmüştür.

Hac ibadetiyle ilgili işlerin büyük bir bölümünün; Hz. İbrahim (a.s.)’in Kâbe’yi inşa etmesi başta olmak üzere bir çok alanda hayatı, davranışı ve getirdiği tevhit inancıyla ilişkilendirildiğini görüyoruz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de; Hz. İbrahim (a.s.)’in istidlâl (akıl yürütme) yoluyla tevhit inancına ulaştığı bildirilmektedir. Çünkü tabiat varlıklarının her birinin yaratılışındaki hikmet, estetik ve sanat güzellikleri ibretlerle dolu olup bizi; O’nun birliği, büyüklüğü ve kudreti karşısında düşünmeye davet etmektedir. Bu cümleden olarak Hz. İbrahim (a.s.); sırasıyla, yıldız, ay ve güneşin yüksekliğine, parlaklığına bakarak onların ilâh olma ihtimali üzerinde durmuş ancak kısa bir süre sonra bunların batıp kaybolmaları üzerine fani olan hiçbir şeyin tanrı olamayacağını anlamış ve bunları tasdik etmekten kaçınmıştır. Daha sonra gönlünü yeri ve gökleri yaratan Allah’a çevirerek Yüce Allah’ın tek olduğuna kesin olarak inanmış ve O’na şirk anlamına gelebilecek bütün davranışlardan uzak durduğunu vurgulamıştır. İnsanları düşünmeye teşvik için Allah’ın sonsuz kudret sahibi olduğuna ve kainatı yoktan var ettiğine dikkat çekmiştir. Özellikle ahiret gününde herkesin O’nun huzuruna götürüleceğini haber vermiştir. Dolayısıyla yerde ve gökte yapacaklarına hiç kimsenin engel olamayacağını ve O’ndan başka bir koruyucunun da bulunmadığını söylemiştir. Bu ilâhî iradeye tabi ve teslim olmayı başaran Hz. İbrahim (a.s.); tevhit inancına yönelik davranışı sayesinde Allah tarafından şöyle övülmüştür: “İbrahim, gerçekten Hakk’a yönelen, Allah’a itaat eden bir önder idi; Allah’a ortak koşanlardan değildi. Allah’ın nimetlerine şükrediciydi. Çünkü Allah, onu seçmiş ve doğru yola iletmişti. Ona dünyada güzellik verdik. Muhakkak ki o, ahirette de salihlerdendir.” (Nahl, 121-123) Bu nedenle Kur’an bilimcileri Hz. İbrahim (a.s.)’i tevhit inancı bakımından yaşayan üç büyük dinin öncüsü ve onları tebliğ eden peygamberlerin atası olarak kabul etmişlerdir.

(Doç. Dr. Fikret Karaman, Hac İbadeti ve Tevhit İnancının Yansımaları,Diyanet Aylık Dergi)

HZ. MUHAMMED (S.A.S.)’İN PEYGAMBERLİK DEVRİ 
(610-632) Hz. Muhammed (s.a.s.) 40 yaşında Peygamber oldu. 23 yıllık Peygamberlik devresinin 13 yılı Mekke’de, 10 yılı Medine’de geçti. Bu itibârla Peygamberlik devresinin: a) Nübüvvet’den Hicret’e kadar devâm eden 13 yıllık süresine “Mekke Devri” (610-622); b) Hicretten vefâtına kadar olan 10 yıllık süresine de “Medine Devri” (622-632) denir.
HZ. MUHAMMED (S.A.S.)’İN PEYGAMBER OLUŞU 
1-    Hira’da İnzivâ Eskiden beri Mekke’deki hanîf ve zâhitler, recep ayında inzivâya çekilirlerdi. Her biri, Mekke’nin 3 mil (bir saat) kuzeyinde Hira (Nûr) dağında bir köşeye çekilir, tefekküre dalardı.[55] 40 yaşlarına doğru Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kalbinde de bir yalnızlık sevgisi belirdi. O da Hira (Nûr) Dağında bir mağaraya çekilip, günlerce orada kalıyor, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudret ve azametini düşünerek O’na ibâdet ediyordu. Giderken azığını da berâberinde götürüyor, bitince evine dönüyor, sonra tekrar gidiyordu. Böylece Cenâb-ı Hakk, O’nu büyük vazifesine hazırlıyordu. Zaman zaman “Sen Allah elçisisin...” diye kulağına sesler geliyor, fakat etrafta hiç bir şey göremiyordu.[56] Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ilâhi vahyin başlangıcı, sâdık rüyâlar şeklinde oldu. Gördüğü her rüya, olduğu gibi çıkıyordu.[57] Bu hâl, altı ay kadar devam etti. 
2- İlk Vahiy 610 yılı Ramazan ayının[58] Kadir Gecesinde,[59] ridâsına bürünüp Hira’daki mağarada düşünmeye dalmış olduğu bir sırada, bir sesin kendisini ismi ile çağırmakta olduğunu duydu. Başını kaldırıp etrafına baktı; kimseyi göremedi. Bu sırada her tarafı ansızın bir nûr kaplamıştı; dayanamayıp bayıldı. Kendisine geldiğinde karşısında vahiy meleği Cebrâil’i gördü. Melek O’na: - “Oku” Dedi. Hz. Muhammed (s.a.s.): - “Ben okuma bilmem”, diye cevap verdi. Melek, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıkdı. - “Oku” diye emrini tekrarladı. Hz. Muhammed (s.a.s.) yine: - “Ben okuma bilmem...” cevâbını verdi. Melek emrini tekrarlayıp üçüncü defa Hz. Peygamber (s.a.s.)’i sıktıktan sonra “el-Alak” Sûresi’nin ilk beş âyetini okudu. “Yaratan Rabb’inin adıyle oku. O, insanı alak’tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb’in sonsuz kerem sahibidir.” Meleğin arkasından Hz. Peygamber (s.a.s.)’de bu âyetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken gök yüzünden bir sesin: “Ya Muhammed. Sen Allah’ın elçisisin, Ben de Cibril’im” dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrâil’i gördü.[60] Korku içinde evine vardı. Eşi Hz. Hatice’ye: “Beni örtünüz, çabuk beni örtünüz” dedi. Bir müddet dinlenip heyecânı geçtikten sonra gördüklerini Hz. Hatice’ye anlattı, kendimden korkuyorum, dedi. Hz. Hatice, O’nu şu ölmez sözlerle teselli etti. “Öyle deme. Allah’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk hiç bir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen, akrabanı gözetirsin. İşini görmekten âciz kimselerin ağırlıklarını yüklenirsin, Fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misâfiri ağırlarsın. Hak yolunda zuhûr eden olaylarda halka yardım edersin...”[61]
3-    Varaka’nın Sözleri Hatice daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s.)’i amcazâdesi Nevfel oğlu Varaka’ya götürdü. Varaka hanîflerdendi. Tevrât ve İncil’i okumuş, İbrânî dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Peygamberimiz (s.a.s.)i dinledikten sonra: - “Müjde sana yâ Muhammed, Allah’a yemin ederim ki sen Hz. İsâ’nın haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Cenâb-ı Hakk’ın Musâ’ya göndermiş olduğu Cibril’dir. Keşki genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir peygamber yoktur ki, kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin...”[62] dedi. Aradan çok geçmeden Varaka öldü.
AÇIK DAVETİN BAŞLAMASI
(613-614 M) Peygamber (s.a.s.) Efendimiz ilk üç yıl halkı gizlice İslam’a davet etti. Yalnızca çok güvendiği kimselere İslam’ı açıkladı.[68] Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere, Hak dini kabul etmiş olanlar da, el altından güvendikleri arkadaşlarını teşvik ediyorlardı. Bu üç yıl içinde Müslümanların sayısı ancak 30’a çıkabildi.[69] Bunlar ibâdetlerini evlerinde gizlice yapıyorlardı. Peygamberliğin dördüncü yılında (614 M.) inen: “Sana emrolunan şeyi açıkca ortaya koy, müşriklere aldırma”. (el-Hicr Sûresi, 94) anlamındaki âyet-i celile ile İslam’ı açıktan tebliğ etmesi emrolundu. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) halkı açıktan İslam’a davete başladı. Harem-i Şerif ’e gidip kendisine inen âyetleri açıktan okuyordu: “Ey insanlar şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülk (ve hâkimiyetine) sâhip ve kendinden başka hiç bir tanrı olmayan, dirilten ve öldüren Allah’ın sizin hepinize gönderdiği Peygamberiyim. O hâlde Allah’a, ümmî nebiy olan Rasûlune-ki O’da Allah’a ve O’nun sözlerine inanmıştır,- imân edin, O’na uyun ki doğru yolu bulmuş olasınız...” (el-A’raf Sûresi, 158) diyerek onları İslam’a davet ediyordu. Açık davetin başlamasından sonra, halkla daha kolay temas edebilmek için Rasûlüllah (s.a.s.), kendi evinden, Safâ ile Merve arasında işlek bir yerde bulunan “Erkam”ın evine taşındı. Bir çok kimse bu evde İslam’la şereflendiği için bu eve “Dâr-ı İslam” denildi.[70] 
YAKIN AKRABASINI İSLAM’A DAVETİ
“Önce en yakın akrabanı (Allah’ın azâbıyla) korkut” (eş Şuarâ Sûresi, 214) anlamındaki âyet-i celîle inince Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Safâ Tepesi’ne çıkarak: “Ey Abdülmuttaliboğulları, Ey Fihroğulları, Ey Abdimenâfoğulları, Ey Zühreoğulları...” diyerek bütün akrabasına oymak oymak seslendi.
Hepsi toplandıktan sonra: - “Ey Kureyş cemâati, size “şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman süvârisi var. Üzerinize baskın yapacak desem, bana inanır mısınız?” diye sordu. Hepsi bir ağızdan: - “Evet, inanırız, çünkü şimdiye kadar senden hiç yalan duymadık, sen yalan söylemezsin...” dediler. O zaman Rasûlüllah (s.a.s.): - “O hâlde ben size, önümüzde şiddetli bir azâb günü bulunduğunu, Alah’a inanıp, O’na kulluk etmeyenlerin bu büyük azâba uğrayacaklarını haber veriyorum... Yemin ederim ki, Allah’tan başka ibâdete lâyık tanrı yoktur. Ben de Allah’ın size ve bütün insanlara gönderdiği Peygamberiyim... (Rasûl-i Ekrem her bir oymağa ayrı ayrı hitâb ederek) Allah’tan kendinizi ibâdet karşılığında satın alarak, azâbından kurtarınız. Bu azâbtan kurtulmanız için, ben Allah tarafından verilmiş hiç bir nüfûza sâhip değilim...”[71] - “Ey Kureyş Cemâati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allah divânına varınca, muhakkak dünyadaki bütün yaptıklarınızdan hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükâfâtını, kötülüklerinizin de cezâsını göreceksiniz. “O Mükâfât ebedi Cennet, cezâ da Cehennem’e girmektir...”[72] diyerek sözlerini bitirdi. Peygamberimiz (s.a.s.)’in bu sözleri, umumi bir muhâlefetle karşılanmadı. Yalnızca Ebû Leheb: - “Helâk olasıca, bizi bunun için mi çağırdın?” sözleriyle Rasûlüllah (s.a.s.)’in gönlünü kırdı. Bunun üzerine onun hakkında: “Ebû Leheb’in iki elleri kurusun,yok olsun. O’na ne malı ne de kazandığı fayda verdi. Alevli bir ateşe yaslanacaktır O. Boynunda bükülmüş bir ip olduğu hâlde, karısı da odun hammalı olarak.” (Leheb Sûresi, 1-5) meâlindeki sûre-i celîle nâzil oldu.[73]
MEKKE MÜŞRİKLERİNİN MÜSLÜMANLARA KARŞI DAVRANIŞLARI
İslam’ın Mekke’de yayılmaya başlaması ile Mekke halkı iki kısma ayrıldı. l) Müslümanlar, 2) Müslümanlığı kabûl etmeyen müşrikler. Müşriklerin, Müslümanlara karşı davranışları, sırasıyla beş safha geçirdi: Alay, hakaret, işkence, ilişkileri kesme (boykot), memleketten çıkarma ve öldürme (şiddet politikası). 
1-    Alay ve Hakaret Dönemi 
Kureyşliler başlangıçta Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini önemsememiş göründüler. İmân etmemekle beraber, putlar aleyhine söz söylemedikçe, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in davetine ses çıkarmadılar. Yalnızca, Rasûlüllah (s.a.s.)’i gördüklerinde, “İşte gökten kendisine haber geldiğini iddia eden...” diyerek eğlendiler. Müslümanları alaya alıp küçümsediler. Böylece “alay devri” başlamış oldu. Kur’an-ı Kerim, onların bu tutumlarını bize bildirmektedir. “Suçlular, şüphesiz mü’minlere gülerlerdi. Yanlarından geçtiklerinde, birbirlerine göz kırpıp, kaş işâretiyle istihzâ ederlerdi. Arkadaşlarına döndüklerinde, eğlenerek (neş’e içinde) dönerlerdi. Mü’minleri gördüklerinde, “bunlar gerçekten sapık kimseler” derlerdi. (el-Mutaffifîn Sûresi, 29-32) Putlarla ilgili, “Siz de; Allah’ı bırakıp tapmakta olduklarınız (putlar) da, hiç şüphesiz Cehennem odunusunuz...” (el-Enbiya Sûresi, 98) anlamındaki âyet-i kerime inince, müşrikler son derece kızdılar. Artık Müslümanlara düşman olup, hakaret ettiler. Böylece, “hakaret devri” başladı. Kureyş’in puta tapıcılıkta yararı vardı. Mekke puta tapıcıların merkezi durumundaydı. Kâbe ve civârındaki putları ziyâret için gelenlerle Mekke hergün dolup taşıyor, bu yüzden Kureyş, hem para, hem itibâr kazanıyordu. Mekke’de Müslümanlık yayılırsa bütün bu menfaatler elden gittiği gibi, diğer kabîleler Kureyş’e düşman olabilirlerdi. Üstelik Müslümanlık herkesi eşit sayıyor, soy-sop, asâlet, zenginlik-fâkirlik farkı gözetmiyordu. Bu yüzden Kureyş ileri gelenleri Müslümanlığı kendi çıkarları için tehlikeli gördüler. Müslümanlığın yayılmasını önlemek ve ortadan kaldırmak için her çâreye başvurdular.
2-    İşkence Dönemi 
a)    Kureyş’in Ebû Tâlib’e Başvurması
Kureyş’in ileri gelenlerinden Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Velîd b. Muğıra, Âs b. Vâil ve Âs b. Hişâm’dan oluşan bir hey’et Hâşimoğullarının reisi Ebû Tâlib’e gelerek:
“Kardeşinin oğlu ilâhlarımıza hakaret ediyor, dinimizi yeriyor, bizi aptal, dedelerimizi sapık gösteriyor. Ya O bu işten vazgeçsin, yahut sen himâyeden vazgeç de, biz hakkından gelelim...” dediler. Ebû Tâlib onları tatlılıkla savdı.[74] Hz. Peygamber (s.a.s.)’in eskisi gibi görevine devam ettiğini görünce yeniden Ebû Tâlib’e geldiler. “Artık sabır ve tahammülümüz kalmadı. Ne olacaksa olsun, iki taraftan biri yok olsun, diğeri kurtulsun...” diye tehdit ettiler. Ebû Tâlib durumun nâzik olduğunu gördü. Bütün Kureyş’e karşı koyamazdı. Yeğeni Hz. Muhammed (s.a.s.)’e durumu anlatarak: - “Bak oğlum, akraba arasında düşmanlık sokmak iyi olmaz. Sen yine dinine göre hareket et, ama onların putlarını aşağılama, onlara sapık deme. Kendini de, beni de koru, bana gücümün üstünde yük yükleme...” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) üzüldü. Artık amcası da kendisini koruyamıyacaktı. Müslümanlar henüz sayıca az ve zayıftı. Mübârek gözleri yaşlarla dolarak: - “Ey amca, Allah’a yemin ederim ki, onlar sağ elime Güneş’i, sol elime de Ay’ı koysalar, ben yine görevimi bırakmam...” diyerek ayrılmak üzere yerinden kalktı.Yeğeninin gücenmesine dayanamayan Ebû Tâlib: - “Ey kardeşimin oğlu, istediğini söyle, yemin ederim ki, seni hiç bir zaman, hiç bir şey karşısında himâyesiz bırakacak değilim.” dedi.[75] Daha sonra Ebû Tâlib, Hâşimoğullarını toplayarak durumu anlattı ve Kureyş’e karşı âile şerefi adına Hz. Peygamber (s.a.s.)’in korunmasını istedi. Ebû Leheb’den başka bütün âile fertleri, Müslüman olsun, olmasın, bu teklifi kabûl ettiler.[76]
b)    Kureyş’in Hz. Peygamber (s.a.s.)’e Başvurması 
Ebû Tâlib’e yaptıkları mürâcaatlardan bir sonuç alamayınca Kureyş uluları bizzât Hz. Peygamber (s.a.s.)’e geldiler: - “Yâ Muhammed! Sen soy ve şeref yönünden hepimizden üstünsün. Fakat Araplar arasında, şimdiye kadar hiç kimsenin yapmadığını yaptın; aramıza ayrılık soktun, bizi birbirimize düşürdün. Eğer maksadın zengin olmaksa, seni kabîlemizin en zengini yapalım. Reislik istersen, başkan seçelim. Evlenmek düşünüyorsan, Kureyş’in en asil ve en güzel kadınları ile evlendirelim. Eğer cinlerin kötülüğüne kapılmışsan, seni tedâvî ettirelim. İstediğin her fedakârlığa katlanalım. Bu davâ’dan vazgeç, düzenimizi bozma...” dediler. Rasûlüllah (s.a.s.): - “Söylediklerinizden hiç biri bende yok. Beni Rabb’im size peygamber gönderdi, bana kitâp indirdi. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini size tebliğ ediyorum. İmân ederseniz, dünya ve âhirette mutlu olursunuz. İnkâr ederseniz, Cenâb-ı Hak aramızda hükmedinceye kadar sabredip bekleyeceğim. Putlara tapmaktan vazgeçip, yalnızca Allah’a ibadet ediniz....” diye cevâp verdi.[77] - “Bizim 360 tane putumuz Mekke’yi idâre edemezken bir tek Allah dünyayı nasıl idâre eder...” diyerek gittiler.[78] “O kâfirler, içlerinden bir uyarıcının (Peygamberin) geldiğine şaştılar. ‘Bu yalancı bir sihirbâzdır’ dediler. O (Peygamber) bütün ilâhları tek bir Tanrı mı yapmış? Bu cidden şaşılacak birşey... dediler”. (Sa’d Sûresi, 4-5).
c)    İlk Müslümanların Gördükleri Eza ve Cefalar 
Müşrikler, Ebû Tâlib ve Hz. Peygamberle yaptıkları görüşmelerden netice alamayınca Müslümanlara ezâ ve işkenceye başladılar.[79] Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman gibi kuvvetli ve itibârlı bir âileye mensup olanlara pek ilişemiyorlardı. Fakat kimsesiz, fakir Müslümanlara, özellikle köle ve câriyelere cihân tarihinde eşine rastlanmayan vahşet derecesinde işkenceler yapıyorlardı. Ebû Füheyke, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Ammâr, Yâsir ve Sümeyye bunlardandı. Safvân b. Ümeyye’nin kölesi olan Ebû Füheyke, efendisi tarafından her gün ayağına ip bağlanarak, kızgın çakıl ve kumlar üzerinde sürükletilirdi. Demirci olan Habbâb, kor hâlindeki kömürlerin üzerine yatırılmış; kömürler sönüp kararıncaya kadar, göğsüne bastırılarak kıvrandırılmıştı. Ammâr’ın babası Yâsir, bacaklarından iki ayrı deveye bağlanıp, develer ters yönlere sürülerek parcalanmış, kocasının bu şekilde vahşice öldürülmesine dayanamayıp müşriklere karşı söz söyleyen Sümeyye, Ebû Cehil’in attığı bir ok darbesiyle öldürülmüştü.[80] Halef oğlu Ümeyye, kölesi Habeşli Bilâl’i hergün çırılçıplak kızgın kumlar üzerine yatırır, göğsüne kocaman bir taş koyarak güneşin altında saatlerce bırakır; Hz. Peygamber (s.a.s.)’e küfretmesi, Müslümanlığı terk etmesi için ezâ ederdi. Birgün, ellerini ayaklarını sımsıkı bağlayarak boynuna bir ip geçirmiş, sokak çocuklarının eline vererek çıplak vücûdunu kızgın kumlar üzerinde Mekke sokaklarında sürütmüştü. Sırtı yüzülüp kanlar içinde kalan Bilâl, bu durumda yarı baygın hâlde bile “Ehad, Ehad” (Allah bir, Allah bir) diyordu.[81] Anne ve babası vahşice öldürülen Ammâr, gördüğü işkencelere dayanamamış, müşriklerin istedikleri sözleri söylemişti. Ellerinden kurtulunca, ağlayarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’e durumu anlatmış, Rasûlüllah (s.a.s.)’de: “Sana tekrar eziyet ederlerse; kurtulmak için yine öyle söyle” demişti.”[82]
Hz. Ebû Bekir, müşrik sâhiplerinin işkencelerinden kurtarmak için, yedi tane Müslüman köle ve câriyeyi büyük bedeller ödeyerek satın alıp âzâd etmişti. Rasûlüllah (s.a.s.)’in müezzini Bilâl bunlardandı.[83] Hâşimîlerden çekindikleri ve Ebû Tâlib’in himayesinde olduğu için önceleri Rasûlüllah (s.a.s.)’in şahsına dokunamıyorlardı. Zamanla “mecnûn, falcı, şâir sihirbaz” gibi sözler söylemeğe başladılar. En sonunda fırsat buldukça O’na da hakaret, işkence ve her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmediler. Geçeceği yollara dikenler döküyorlar, üzerine pis şeyler atıyorlar, kapısına kan ve pislik sürüyorlar, evinin önüne pislik atıyolardı. Bir defa Harem-i Şerifte namaz kılarken “Ukbe b. Ebî Muayt” saldırıp boğmak istemiş, Hz. Ebû Bekir kurtarmıştı[84] Başka bir zaman, Kâbe’nin yanında namaz kılarken, Ukbe b. Ebî Muayt Ebû Cehil’in teşvikiyle yeni kesilmiş bir devenin iç organlarını, secdeye vardığında üzerine atmış; kızı Fâtıma yetişip üzerindeki pislikleri temizledikten sonra, başını secdeden kaldırabilmişti.[85] Müşriklerin kötülükleri giderek dayanılmaz bir duruma gelmiş. Müslümanlar Mekke’de barınamaz hâle gelmişlerdi.

(İrfan Yücel,Peygamberimiz'in Hayatı(Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları) kitabından alınmıştır.)

Vahiy hiç şüphesiz ki, Allah'ın insana en büyük lütfudur. Umre yolcusu, vahyin indiği kutsal mekanlarda vahiyle adeta tekrar tanışır ve vahyin mesajını hayatına şamil kılar. Bu anlamda umre ibadeti vahiyle buluşmanın da en önemli adresi olmaktadır.

“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifa ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur’an) geldi.” (Yûnus, 10/57) 
Yüce Mevla, Kur’an-ı Kerim’in özelliklerini şöyle bildirmektedir: İnsanların dünya ve ahiret saadetini bozacak durumlara karşı bir öğüt, gönül dünyalarını aydınlatan manevi bir ışık, hayatlarını sürdürürken başvuracakları bir rehber ve bütün insanlığa gönderilen bir rahmet kaynağıdır. Bu ayetteki hitap genel olup, Kur’an’ın öğüt, şifa, rehber ve rahmet kaynağı olmasının bütün insanlığa yönelik olduğu ifade edilmektedir. Böylece ilahî kitabın bütün beşeriyeti kucaklayan evrensel kural ve ilkeler sunduğu anlaşılmaktadır. 
Kur’an’ın bu ayette belirtilen özelliklerinden birincisi öğüt kitabı olmasıdır. Eşsiz merhamet sahibi olan yüce Allah emir ve yasaklarını öğüt şeklinde veya öğüt manasında bizlere bildirmektedir. Buradan anlıyoruz ki ilahî hitapta, insanları kırmadan, incitmeden, güzel bir üslupla kendilerine yapacakları bir nasihat şeklinde sunulmaktadır. Örneğin; “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor.” (Nisa, 4/58) ayeti, Allah’ın insanlara yönelik istediklerini öğüt şeklinde beyan buyurmasının güzel bir örneğidir. 
Kur’an-ı Kerim’in bir diğer özelliği de, hasta gönülleri tedavi eden manevi şifa kaynağı olmasıdır. Onun vasıtasıyla mühürlenmiş, kilitli, hasta kalpler; iman eden, toplumla dayanışma içerisinde olan, hidayet bulmuş, kinden arınmış, tertemiz kalpler şifa bulur. Kur’an, şirki, iman ile uygun olmayan davranışları, ibadet ve tövbe ile; kin, haset ve düşmanlığı, sevgi, kardeşlik ve yardımlaşma duygularını tavsiye ederek iyiye yönlendirmektedir. Böylece zihinlerde, gönüllerde, davranışlarda bulunan hastalıklar bu eşsiz yöntemle tedavi olmaktadır. 
Kutsal kitabımız aynı zamanda bütün insanlığı hidayete eriştiren bir rehberdir. Biraz önce anlattıklarımıza ilave olarak, Kur’an rehber özelliği ile hidayeti sürekli kılar, hayat boyunca insanlara yol gösteren bir kılavuz ve ışık kaynağı olur. 
Kur’an, iman eden gönüllere rahmet ve bereket kazandırır. Kurumuş, suya hasret toprakların yağmurla dirilip yeşermesi nasıl rahmet olarak tabir ediliyorsa, imandan yoksun kalplerin hidayet ile buluşması da ayet-i kerimede rahmet olarak tanımlanmıştır. İmanın, takvanın ve kardeşlik duygusunun yerleştiği gönüller de aynı şekilde yeşerir, bereketlenir, etrafını şenlendirir. 
İlahî kaynak olarak Kur’an, bütün beşeriyetin ihtiyacını giderecek özelliktedir. Samimi bir şekilde insanlar başvurdukları takdirde, ihtiyaç duydukları konularda kendilerine yol gösterir. Allah Teala, bu hususta şöyle buyurmaktadır: 
“Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır.” (Ankebût, 29/51) 
Peygamber Efendimiz, Kur’an’a başvurmayan, istifade etmeyen, hayat kitabı olarak okumayan insanları, “Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi” (Furkân, 25/30) diye yüce Mevla’ya şikâyet edecektir. 
Bu vesile ile Kur’an okumanın, anlamanın ve düşünmenin önemi ortaya çıkmaktadır. İstifade amaçlı, düşünme amaçlı, anlama ve uygulama amaçlı Kur’an okuma bize, ailemize, toplumumuza yararlı olacaktır. Kur’an okuma halkalarının artırılması bizi ve nesillerimizi inanç ve amel konularında muhafaza edecektir. Allah Resûlü, Kur’an okumayı, anlamayı şöyle tavsiye etmektedir: 
“Bazı insanlar, Allah’ın evlerinden bir evde toplanarak Kitâbullah’ı okurlar ve onu aralarında müzakere ederlerse üzerlerine sükûnet iner. Allah’ın rahmeti onları kaplar. Melekler de etraflarını kuşatır. Allah onları kendi yanındakiler yanında anar.” (Müslim, “Zikir ve Dua”, 38) 
Kur’an mesajlarının bütün insanlığa öğüt, şifa, rehber ve rahmet kaynağı olması, O’nun ilahî kaynaklı, sürekli başvurulması gereken, tüm zamanların kitabı olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı Kur’an’ın lafzını okurken mealini de okumalı, okuduğumuz ayetler üzerinde, düşünmeye, anlamaya çalışmalıyız. Böyle yaptığımız takdirde Kur’an’ın aslî gayesine uygun hareket ederek kazançlı çıkacağımızı unutmamalıyız.

(Dr. Abdurrahman Candan, Kur’an’dan Öğütler kitabı (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları)

Umre yolcusu kutsal topraklara sadece ibadet amacıyla değil, aynı zamanda o topraklardaki kutsal yerleri de görmeyi ve ibret almayı kendisine şiar edinir. Aşşağıda Mekke-i Mükerreme'deki ziyaret yerlerini kısaca  tanımaya çalışacağız.

MEKKE-İ MÜKERREME VE ZİYARET YERLERİ
Hira 
Hira Mağarası’nı veya Hira Mağarası’nın bulunduğu Nur Dağı’nı ziyaret etmek, ibadetin bir parçası değildir. Ancak bir Müslüman, Mekke-i Mükerreme’de bulunduğu sürece Hz. Peygambere ilk vahyin geldiği Hira Mağarası’nın bulunduğu Nur Dağı’nı en azından uzaktan defalarca seyredecektir.
Hira mağarası, Nur Dağı’nın zirvesinden 15 m. aşağıda dağın kuzeyine bakan tarafında yer almaktadır. İçerisinde bir kişinin kalabileceği kadar bir alan vardır. Mekke-i Mükerreme’ye bakan tarafında bir açıklık bulunmaktadır. Bu açıklıktan Kâbe-i Muazzama görülebilir. Ancak bu gün çevredeki yapılaşma nedeniyle sadece Mescid-i Haram’ın minareleri görülebilmektedir.
Hz. Peygamber, 35 yaşından itibaren burada inzivaya çekilmeye, orada günlerce kalarak tefekkür etmeye başlamıştır. İlk vahiyler olan Alâk sûresinin ilk 5 ayeti böyle bir inziva esnasında burada inmiştir.
Sevr 
Sevr Mağarası’nı ziyaret etmek de ibadetin bir parçası değildir. Hicret sırasında Resûlullah (s.a.s.), Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile birlikte müşriklerden korunmak amacıyla içine girerek sığındıkları ve üç gün kaldıkları yere Sevr mağarası denmektedir. Sevr Dağı, Mekke’nin güney batısında yer almaktadır. Yemen yolu üzerinde Mekke’den 5 km. uzaklıkta yer alır. Hayli yüksektir. Bu mağara, Sevr Dağı’nın tam tepesinde bulunmaktadır. İki üç kişinin sığacağı kadar bir alanı vardır. Kur’an-ı Kerim’de de bu mağara zikredilmektedir. (Tevbe sûresi, 9/40) Mekkelilerin, kendisine suikast düzenleyeceği haberini alan Hz. Peygamber, sıcak sebebiyle herkes öğle uykusundayken Hz. Ebu Bekr’in evine gelir. Ona, kendisine hicret emri verildiğini söyler. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra ikisi, doğru Sevr Dağı’nın zirvesine çıkarlar. Aslında Medine’ye hicret etmelerine rağmen, sırf suikastçıları şaşırtmak için strateji gereği Medine istikametine değil de, tam ters istikametteki Sevr’e tırmanırlar. Allah Resûlü, her zaman olduğu gibi, bu seferinde de her türlü tedbiri almıştır. Yol arkadaşı olarak Hz. Ebu Bekr’i seçmiş, ücretini ödeyerek onun devesini almış, yol için gerekli yiyecek ve su hazırlanmış, kılavuz tutulmuş, arkalarından izlerini kapatması için bir davar sürüsü ayarlanmış ve Mekke’den günlük haber getiren bir haberci kullanılmıştır. Bütün bu tedbirlerden sonra Sevr Dağı’nın zirvesindeki birkaç kayanın üzerini kapattığı, üç tarafı insan girebilecek kadar açık olmasına rağmen mağarayı andıran büyükçe bir kayanın altına gizlenmişlerdir. Ancak, her tarafta onları arayan müşrikler üç gün sonra mağaranın ağzına kadar gelmişlerse de, Allah bu iki hicret yolcusunu korumuştur. Kur’an, bu sahneyi şöyle anlatmaktadır: Hani, o ikisi mağarada iken arkadaşına: ‘Üzülme! Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Tam o sırada Allah ona serinkanlılık indirdi ve onu sizin görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin planını da alaşağı etti...” (Tevbe sûresi, 9/40)
Buradan anlaşılıyor ki, Hz. Ebû Bekr, müşriklerin Hz. Peygamber’e bir zarar vermesinden korkmuş, Peygamberimiz ise onu Allah’ın kendileriyle beraber olacağını hatırlatarak teskin etmiştir. Gerçekten de bu kadar tedbiri aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmekten başka çareleri olmayan bu iki kulundan Yüce Allah yardımını esirgememiş, elçisine önce “serinkanlılık” indirmiş, ardından da onu “görünmeyen ordularıyla” destekleyerek korumuştur. Kimsenin göremediği ve mahiyetini bilemediği bu ordular, müşriklerin mağaranın ağzından geri dönmesini sağlamıştır. Onların gitmelerinden sonra bu iki yolcu Medine yolculuğuna devam etmişlerdir.
Arafat 
Yukarıda açıklandığı gibi umre ibadeti, Kâbe’yi tavaf ve Safa-Merve arasında sa’y ile gerçekleşir. Umrede ibadet olarak Arafat, Müzdelife ve Mina’da yapılacak herhangi bir iş ve davranış yoktur.
Kelime olarak Arafat, “bilme, anlama, tanıma” ve “güzel koku” gibi manalara gelen bir kökten gelmiştir. Dünyanın her tarafından gelen insanların bu yerde birbirleriyle görüşüp tanışmaları veya günahlarını itiraf ederek Allah’tan af dilemeleri, affedilmelerinden sonra günah kirlerinden temizlenip Allah katında güzel bir kokuya sahip olmaları sebebiyle Arafat’a bu adın verildiği ileri sürülmüştür.  Ancak umre ibadeti için Mekke-i Mükerreme’ye gelenler, Hac ibadetinin en önemli rüknü olan Arafat vakfesinin yapıldığı yeri ve Haccın vaciplerinden olan Müzdelife vakfesinin yapıldığı yer ile cemeratın icra edildiği Mina’yı ziyaret etmek isterler. İbadete ilişkin olarak buralarda yapılacaklar, hac ibadeti ile ilgilidir. Haccın en önemli rüknü olan Arafat vakfesi, Arafat’ta gerçekleştirilir. Hacda ayrıca Müzdelife vakfesi de vardır. Bunun yanında Mina’da yapılacak birtakım fiil ve davranışlar da yine hac ibadetine ilişkindir.
Hac esnasında Arafat’ta vakfe, bütün dünya müslümanlarını temsilen gelen heyetlerin oluşturduğu dünyada eşi benzeri görülmeyen bir zirvedir. Sadece Müslüman olan ülkelerden gelenlerin değil, diğer ülkelerde yaşayan müslümanların da katıldığı büyük bir ibadet toplantısıdır. Ancak bu büyük toplantının müslümanlar ve insanlık açısından çok büyük potansiyel faydaları vardır. Geçmişte olduğu gibi, dinî, ilmî, içtimaî ve de siyasî meselelerini konuşup çözüme kavuşturabilecekleri modern anlamda organizeli, düzenli, disiplinli bir kongre olamasa da, gönüllerin, ruhların uzlaşması vardır orada. Dilleri, ırkları, renkleri, kültürleri ve coğrafyaları farklı olmasına rağmen, inançları, duyguları, dertleri, dilekleri ve duaları aynı olan milyonların yürekleri ve yanık yakarışları vardır Arafat vakfesinde.
Nemire Mescidi 
Arafat’ta bulunan büyük bir camidir. Arefe günü öğle ve ikindi namazları cemeat-i kübra (büyük cemeat) ile cem-i takdim (usulüne göre birleştirilerek) bu camide kılınır ve burada hutbe okunur. Veda haccında Allah’ın elçisi (s.a.s.) için burada bir çadır kurulmuş ve Hz. Peygamber burada namaz kıldırıp hutbe okumuştur. Daha sonra buraya etrafı duvarla çevrilerek bir sahra mescidi yapılmış ve bu cami tarih boyunca pek çok defalar yenilenmiş ve genişletilmiştir. Son hâliyle içinde yaklaşık üç yüz bin kişinin namaz kılabileceği altı minareli bazı yerleri iki katlı bir cami hâline gelmiştir.
Müzdelife ve Meş’ar-i Haram 
Müzdelife, Harem sınırları içinde Arafat ile Mina arasında kalan bir bölgenin adıdır. Haccın vaciplerinden Müzdelife vakfesi burada yapılır. Kur’ân-ı Kerim’de geçen Meş’ar-i Haram da buradadır. Hacılar, Arafat dönüşü gece Müzdelife’de akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek kılarlar. İnsanların toplandığı bir yer olması münasebetiyle buraya Müzdelife dendiği rivayet edilmektedir. Başka bir rivayete göre, Hz. Âdem ile Hz. Havva burada birleştikleri için buraya Müzdelife denilmektedir. Müzdelife ziyareti sırasında kişi, Yüce Allah’ı hayatında ne derece andığının bir muhasebesini yapmalıdır. Çünkü Müzdelife’deki Meşar-i Haram, Kur’an’da, insanların Allah (c.c.)’ı çokça zikretmeleri emriyle birlikte geçmektedir. Allah Resûlü (s.a.s.), burada akşam ve yatsı namazını birleştirerek kıldırmış, sonra da Kuzah Dağının eteğinde istirahat buyurmuştur. Sabahleyin de burada vakfe yapmıştır. Kuzah Dağı, bugün Meşar-i Haram mescidi olarak anılan mescidin yakınında yer almaktadır.Eskiden Müzdelife gecesi burada ateş yakılırmış.
Mina 
Arafat’tan Mekke-i Mükerreme’ye doğru yol alırken Müzdelife’den sonra Mina’ya gelinir. Mina, etrafı dağlarla çevrili bir vadidir. Doğudaki başlangıcı, Vadi-i Muhassir, batı sınırı ise Akabe’dir. Mescid-i Haram’dan yaklaşık iki km. uzaklıktadır. Mescid-i Haram’ın kuzey doğusuna düşer.
Zilhicce’nin sekizinci günü hacılar sabah namazını Harem’de kıldıktan sonra Mina’ya hareket ederler. Zilhicce’nin sekizinci günü öğle, ikindi, akşam, yatsı ve zilhiccenin dokuzuncu günü sabah namazını burada kılarak Arafat’a hareket ederler. Arafat dönüşü de Zilhicce’nin onuncu, on birinci ve on ikinci günleri burada kalınır ve Hac menasikinden cemerata taş atma, kurban kesme ve tıraş olma fiil ve davranışları burada yerine getirilir.
Hayf Camii (Mescid-i Hayf) 
Mina’nın kuzeyindeki dağın eteğinde Cemre-i suğra’ya (küçük şeytan) yakın bir yerde büyük bir cami bulunmaktadır. Yukarıda da belirtildiği üzere Allah Resûlü (s.a.s.), bu camiin bulunduğu yerde kalmış, namaz kılmış ve hutbe okumuştur. İlk önce etrafı çevrilerek bir sahra mescidi hâlinde düzenlenen bu cami de tarih boyunca pek çok defalar yeniden yapılmış ve genişletilmiştir. En son olarak Suudi Arabistan tarafından yapılan yeniden yapım ve genişletme ile dört minareli büyük bir cami hâline getirilmiştir.
Akabe 
Mina’da bulunan Cemre-i Kübra (büyük şeytan)dan Mekke-i Mükerreme istikametine doğru az ilerde sağ tarafta bir mescit bulunmaktadır. Bu mescide Akabe Mescidi veya Biat Mescidi denmektedir. Bu mescidin bulunduğu yerde tarihin akışını değiştiren biat olayı yaşanmıştır. Bu büyük olayın anısına yapılan bu mescid, tarih boyunca birçok defa yenilenmiştir. Bizim için önemli olan, bu mescidin bulunduğu yerin hatırasıdır. Burası, hac mevsiminde Medine’den gelen sahabilerin Resûlullah (s.a.s.) ile buluşarak ona biat ettikleri yerdir. Bilindiği gibi Resûlullah (s.a.s.), bütün benliğiyle insanları hidayete ulaştırmak için çabalıyordu. Bu hususta elinden gelen bütün gayreti gösteriyordu. Resûlullah (s.a.s.)’ın uzun süren bu gayretleri nihayet önemli bir karşılık bulmuştu. Bir hac mevsiminde Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Yesrip’ten gelen ve Hazrec kabilesine mensup bulunan altı kişiyle karşılaştı ve onlara İslâm’ı tebliğ etti. Bu kişiler son bir peygamber geleceğini Yahudilerden duymuşlardı. Bu Hazreçliler, Allah Resûlü (s.a.s.)’nün davetini kabul ettiler ve Müslüman oldular. Bir sene sonra Medine’den on iki kişi Müslüman olarak gelip Allah Resûlü (s.a.s.)’ne burada biat ettiler. Bu yapılan biata ‘Birinci Akabe Biatı’ denildi. Bu biattan sonra Resûlullah (s.a.s.), Musab b. Umeyr (r.a.)’ı Kur’an-ı Kerim’i ve İslâm’ı onlara öğretmek üzere görevlendirerek yanlarına verdi. Mus’ab b. Umeyr (r.a.)’in ve bu sahabilerin gayretleri sonucu ertesi sene, Medine’den yetmiş iki erkek ve iki de kadın, Allah Resûlü (s.a.s.) ile Akabe’de buluştular. Allah Resûlü (s.a.s.)’ne biat ederek onu canları, malları ve ırzları gibi koruyacaklarına söz verdiler. Ayrıca Resûlullah (s.a.s.)’ı Medine’ye hicret için davet ettiler. Bu biatte Hz. Peygamber’in amcası Abbas (r.a.) da bulunmuş ve Medinelilere verdikleri söz ile nasıl büyük bir tehlike ile karşı karşıya geleceklerini anlatmıştır. Verdikleri sözün ne anlama geldiğini açıklayarak, Allah Resûlü (s.a.s.)’nü koruyamayacaklarsa onu Medine’ye çağırmamalarını ve Mekke’de tebliğine devam etmesinin gerekliliğini söylemiştir. Onlar, biatlarının ne anlama geldiğini bildiklerini ve İslâm için bütün bu tehlikeleri göze aldıklarını söyleyerek söz verdiler. Bu biatla Hicret’in de yolu açılmış oldu ve tarihin akışını değiştirecek büyük değişim süreci hız kazandı. Bu, İslâm dininin insanlara ulaştırılması için artık Medine-i Münevvere’nin merkez seçilmesi anlamına da geliyordu. Dolayısıyla Yesrib’in Medine-i Münevvere’ye dönüşüm süreci de böylece başlamış oldu.
Cin Mescidi (Mescid-i Cin) 
Cinlerin Hz. Peygamber (s.a.s.)’den Kur’ân-ı Kerim dinleyerek iman edip kendisine biat ettikleri yer olarak ifade edilen mahalde Cin Mescidi adıyla bir mescit bulunmaktadır. Bugün burada bulunan mescidin yerinde daha önce eskiden yapılmış bir mescit bulunmaktaydı. Bu mescidin de tarih boyunca pek çok defa yenilendiği anlatılmaktadır. Rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (s.a.s.), yanına Abdullah b.Mesud (r.a.)’u alarak bu mescidin olduğu yere gelir. Bir daire çizer. Abdullah b.Mesud’dan onun dışına çıkmamasını ister. Cinler burada Allah elçisini dinlerler, ona biat ederler ve Müslüman olurlar. 
Mualla Kabristanı (Cennetu’l-Mualla) 
İçinde Hz. Hatice validemiz de dâhil olmak üzere pek çok sahabinin defnedilmiş bulunduğu Mekke’nin en eski kabristanı. Hz. Peygamberin oğulları Kasım ve Abdullah da burada defnedilmiştir. Ayrıca Ebu Talip ve Abdulmuttalip de bu kabristanda bulunmaktadır. Osmanlılar döneminde başta Hz. Hatice validemiz olmak üzere bazı sahabilerin kabirleri üzerinde kubbeler bulunmaktaydı. Kanunî, Hz. Hatice (r.a.)’nin kabri üzerine büyük bir kubbe yaptırarak buraya bir de türbedar tayin etmiştir. Mekke-i Mükerreme, Suud devletinin yönetimine geçtikten sonra kabristandaki kubbeler yıkılarak mezarlar düzlenmiştir.onun dışına çıkmamasını ister. Cinler burada Allah elçisini dinlerler, ona biat ederler ve Müslüman olurlar.
Peygamber Efendimizin Doğduğu Ev (Mevlid-i Nebî) 
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in doğduğu evin bulunduğu yerin ziyaret edilmesi de ibadetin bir parçası değildir. Peygamber Efendimizin doğduğu evin yeri, bugün Mekke kütüphanesi olarak kullanılan binanın bulunduğu yerdir. Harem-i Şerif’in kuzeyinde, yaklaşık 300 metre uzaklıktadır. Burada Allah Resûlü’nün dedesi Abdulmuttalib’in evi varmış. Sonra oğulları arasında paylaştırılmış ve bugünkü Mevlid-i Nebî’nin, yani kütüphanenin bulunduğu yer, Allah Resûlü (s.a.s.)’nün babasına verilmiş, ondan da Allah Resûlü (s.a.s.)’ne intikal etmiş. Buraya ‘Peygamberin doğduğu yer’ anlamında ‘Mevlid-i Nebî’ denmektedir. Tarih içerisinde Peygamber Efendimizin doğduğu ev birçok defa el değiştirmiş, sonunda Harun Reşid’in annesi Huzeyran Hanım burayı satın alıp mescide dönüştürmüştür. Tarih boyunca birçok defa tamir edilmiştir. Bugünkü yapının, Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapıldığı ifade edilmektedir. Eski bina yıkılarak yeniden yapılmak suretiyle şimdiki hâline getirilmiştir. Daha sonraları kütüphane hâline getirilen bina Mekke Evkaf İdaresine devredilmiştir.
Hudeybiye 
Hudeybiye, Resûlullah (s.a.s.)’ın Mekke müşrikleri ile antlaşma yaparak İslâm davetinin önündeki en önemli engellerden birinin kalkmasını sağladığı yerdir. Mekke-i Mükerreme’ye yaklaşık 17 km. mesafede yer alan Hudeybiye, şimdiki tanımlama ile Eski Cidde Yolu üzerindedir. Harem sınırının hemen dışında yer aldığı ve yol üzerinde bulunduğu için Hudeybiye Mekke-i Mükerreme’de ikamet edenlerin umre için ihrama girdikleri yerlerden biridir.
Cirane 
Cirane, Taif ile Mekke-i Mükerreme arasındadır. Mekke-i Mükerreme’ye 29 km. uzaklıktadır. Allah Resûlü (s.a.s.)’nün Huneyn’den sonra umre yapmak için ihrama girdiği yerdir. Resûlullah (s.a.s.)’ın, Cirane’de bir süre kalmış olması ve oradan ihrama girerek umre yapmasının hatırasına buraya sonradan bir mescit yapılmıştır. Burada bir de su kuyusu bulunmaktadır. Günümüzde Cirane küçük bir yerleşim birimi hâline gelmiştir.

(Diyanet İşleri Başkanlığı Mekke Ziyaret Yerleri kitabından alınmıştır)

Hiç şüphesiz ki bir ibadetten hakkıyla istifade etmenin yegane yolu, o ibadeti en iyi şekilde bilmeye ve tatbik etmeye bağlıdır. Bu sebeple umreye gitmeden önce umreye dair hususların öğrenilmesi büyük öneme haizdir.

Umrenin yapılışı:

Umre yapmak isteyen kimse; gerekiyorsa koltuk altı ve kasık kıllarını giderir, saç sakal tıraşı olur, bıyıklarını düzeltir, tırnaklarını keser ve boy abdesti alır, boy abdesti alma imkânı yoksa abdest alır, vücuduna güzel koku sürünür.
Erkekler, atlet, kilot, çorap, elbise ve ayakkabılarını çıkarırlar. İzar ve rida adı verilen iki parça ihram örtüsüne bürünürler. Ridanın uçlarını birbirine bağlamak veya iğne ile tutturmak mekruhtur. Ayaklarına arkası ve üzeri açık terlik giyerler. Bele kemer bağlamada, sırta çanta almada ve şemsiye kullanmada bir sakınca yoktur. Kadınlar elbise ve ayakkabılarını giymeye devam ederler, başlarını açmazlar, yüzlerini de örtmezler. 
* İhramın sünneti niyeti ile iki rekât ihram namazı kılarlar. Namazın birinci rekâtında Fatiha suresinden sonra "kafirun" suresini, ikinci rekâtında ise yine Fatiha suresinden sonra "ihlâs" suresini okurlar. 
* Umre yapmak isteyen kimse afakî ise mikat sınırlarını geçmeden, Hıll bölgesinde ikamet ediyorsa bulunduğu yerde, Harem bölgesinde bulunuyorsa Hıll bölgesinde mesela Ten'im'e giderek ihrama girer.
* İhrama, niyet etmek ve telbiye getirmek suretiyle girilir. Niyet, umre yapacağının kalben belirlenmesi demektir. Niyetin, 
"Allah'ım! Umre yapmak istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve onu kabul buyur" diyerek diliyle ifade edilmesi müstehaptır. 
* Niyet ettikten sonra, 
"Buyur Allah'ım buyur! Buyur, senin hiçbir ortağın yoktur. Buyur, şüphesiz her türlü övgü, nimet, mülk ve hükümranlık sana mahsustur. Senin ortağın yoktur" diyerek telbiye getirir. Böylece ihrama girmiş ve ihram yasakları başlamış olur. 
* Mekke'ye varıncaya kadar vasıtalara binişte ve indiği yerde, kafilelerle karşılaştığında, şehirlere girdiğinde, akşam ve sabah, gece ve gündüz, vasıtada, yürürken, otururken, yatarken, ayakta iken, inişte, yokuşta, mekan değiştikçe ve farz namazların arkasından her fırsatta telbiye, tekbir, tehlil ve salavat-ı şerife yüksek sesle söyleyerek yolculuğuna devam eder. 
* Telbiyeyi her söyleyişte üç defa tekrarlamak, sonra tekbir, tehlil ve salâvat-ı şerife okumak müstehaptır.

* Mekke'ye yaklaşıp Harem bölgesine girince
"Allah'ım! Burası senin haremindir, emin kıldığın yerdir. Beni cehenneme girmekten koru. Kullarını dirilttiğin gün beni azabından güvende kıl, beni dostlarından ve itaatkâr olanlardan eyle" diye dua eder.
* Mekke'ye abdestli girmek sünnet, gündüz girmek müstehaptır.

* Mekke'de otele veya eve yerleşip dinlendikten sonra mümkünse boy abdesti, mümkün değilse abdest alır, yaya veya vasıta ile Mescid-i Harem'e gider. Yolda tekbir, tehlil, telbiye ve salavat-ı şerife getirir. Tevazu ve saygı ile
"Allah'ım! Rahmet kapılarını bana aç ve beni kovulmuş şeytandan koru" diye dua ederek Mescid-i Harem'e girer.

* Beytullah'ı görünce üç defa tekbir ve tehlil getirir ve şu duayı okur.
"Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, Her türlü övgü Allah'a mahsustur, Allah'tan başka ilah yoktur. Allah en büyüktür. Allah'ım! Bu senin Evindir. Onu Sen yücelttin, Sen şereflendirdin, Sen değerli yaptın. Onun yüceliğini, şerefini ve değerini artır. Ya Rabbi! Onun değerini artıran, onu şereflendiren, ona saygı gösteren kimsenin şerefini, saygınlığını, heybetini, yüceliğini ve iyiliğini artır. Allah'ım! Sen selamsın ve selamet ancak sendendir. Bizi selametle yaşat ve selamet yurdun olan cennetine koy, ey Celal ve ikram sahibi Allah'ım! Sen her şeyden yücesin ve her şeyden üstünsün"

* Bildiği başka duaları da okuyabilir. Tavafa başlamadan önce telbiyeyi keser.

Hacer-i Esved hizasına gelir, yönünü ona döner, ellerini omuz hizasına kadar kaldırıp "Bismillah, Allahu Ekber" diyerek Hacer-i Esved'i selamlar, tekbir, tehlil ve tahmid getirir. Kalabalık değilse ve kimseye eziyet vermeyecekse Hacer-i Esved'i öper, kalabalık ise Hacer-i Esved'i öpmez. İstilam, sünnet, insanları itip kakmak ve eziyet vermek günahtır. Sünneti ifa etmek için günah işlenmez.


* Umre tavafı yapmaya niyet eder. Niyetini,
"Allah'ım! Senin için umre tavafını yedi şavt olarak yapmak istiyorum. Onu benim için kolaylaştır ve kabul eyle" diyerek yapması müstehaptır.

* Tavafını, Ka'be'yi soluna alıp Hatim'in dışından dolanarak yapar. Her şavtta Rükn-i Yemani ve Hacer-i Esved'i uzaktan "Bismillah, Allahu Ekber" diyerek istilamda bulunur. Hacer-i Esved'i istilam, sünnet, Rükn-i Yemani'yi istilam ise müstehaptır. Rükn-i Yemani öpülmez, diğer köşeler istilam edilmez.

* Tavaf sırasında mesnun duaları veya bildiği duaları okur ve sessizce tekbir ve tehlil getirir veya Kur'an okur.

* Tavafın ilk dört şavtı farz; tavaf'ı cünüp, adetli ve nifas halinde değilken ve abdestli olarak yapmak, avret yerlerini örtmek, tavafı Ka'be'yi soluna alarak yapmak, tavafa Hacer-i Esved hizasından başlamak, tavafı Hatim'in dışından dolanarak yapmak, gücü yetenin tavafı yürüyerek yapması ve şavtı yediye tamamlamak vaciptir. Bunlardan biri terk edilirse dem gerekir.

* Tavaf'ta ıztıba' ve ilk üç şavtta remel yapar.

* Tavaf yedi şavta tamamladıktan sonra "Mültezem"de ve Hatim'de dua eder. Mümkünse Makam-ı İbrahim'in arkasında değilse uygun bir yerde iki rekat "tavaf namazı" kılar, bu namazı kılmak vaciptir. Namazdan sonra dua eder, peşinden zemzem içer ve Hacer-i Esved'i istilam eder.

* Umrenin sa'yini yapmak üzere Safa'ya gider. Yönünü Ka'be'ye döner, tekbir, tehlil, tahmid ve salât-ü selam getirir, dua eder. Sa'y yapmaya niyet eder. Niyetini,
"Allah'ım! Senin rızan için Safa ile Merve arasında yedi şavt olarak umrenin sa'yini yapmaya niyet ediyorum" diyerek yapması müstehaptır.

* Sa'yini yedi şavt olarak Safa'da başlayıp Merve'de bitirir. Sa'y yaparken mesnun duaları veya bildiği duaları okur ve sessizce tekbir ve tehlil getirir veya Kur'an okur. İki yeşil ışık arasında "hervele" yapar. Sa'yi tamamlayınca Merve'de dua eder.

* Umre'nin sa'yi vaciptir. Terk edilirse dem gerekir.

* Berberde veya evde veya otelde saç tıraşı olur veya saçlarını kısaltır, böylece ihramdan çıkar ve bu şekilde umre ibadetini yapmış olur.
* Kadınlar, remel ve hervele yapmazlar. Tekbir, tehlil ve telbiyede seslerini yükseltmezler. İhramdan çıkmak için saçlarının ucundan parmak ucu kadar kesmeleri yeterlidir. Kadınlar adetli iken tavaf yapmazlar.

 (Bu bölüm Diyanet İşleri Başkanlığı Hac İlmihali  ve Umre Rehberi  kitaplarından faydalanılarak hazırlanmıştır)

Dua, zikir ve tövbe inanaların hayatında asla vazgeçemeyeceği ve dini hayatının tamamlayıcı bir parçasıdır. Umre ibadeti esnasında da umre yolcusu dua, zikir ve tövbe yapma fırsatı yakalar. Duaların kabul edileceği müstesna mekanlarda bolca dua ve tövbe etme imkanı yakalayan umre yolcusu, bundan sonraki hayatında da bu şuur ile hareket eder.

Sözlük anlamı ile dua “çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek” demektir. Dinî bir terim olarak ise insanın bütün benliğiyle Allah’a yönelerek maddi ve manevi isteklerini O’na arz etmesidir. Temeli, insanın Allah’a hâlini arz etmesi ve O’na niyazda bulunması olduğuna göre dua, Allah ile kul arasında bir irtibattır. Duada daima tâzim (Allah’ı yüceleme) ve tâzimle birlikte istekte bulunma anlamı vardır. Dua aynı zamanda zikir ve ibadettir. Böylece duada biri zikir ve saygı, diğeri de dilek olmak üzere iki unsur hep yan yana bulunur. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s.), “Dua, ibadetin özüdür.” (Tirmizî, Deavat, 2.) buyurmuştur. Aynı sebeple en önemli ibadet olan namaz, dua (salât) kelimesiyle ifade edilmiştir. (En’am, 6/52; Kehf, 18/28.) Diğer bir ayette de, “De ki; duanız (kulluğunuz) olmasa Rabbim size ne diye değer versin.” (Furkan, 25/77.) buyurulmak suretiyle insanın ancak Allah’a olan bu yönelişiyle değer kazanabileceği belirtilmiştir. Duanın sadece Allah’a yöneltilmesi; Allah’tan başkasına, putlara veya kendilerine üstün nitelikler izafe edilen başka yaratıklara dua ve ibadet edilmemesi Kur’an’da ısrarla vurgulanmıştır. (Şuara, 26/213; Kasas, 28/88.)
Duaların kabul olması için ön şartlar var mıdır?
Duanın kabul edilmesi için şu hususlara riayet edilmesi istenmiştir:
a. Duadan önce tövbe ve istiğfar edilmelidir. Günah işleyen, haramlardan uzak durmayan bir kulun duası kabul edilmeye layık değildir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şu hadisi çok dikkat çekicidir: “Allah yolunda seferler yapmış, üstü başı tozlanmış bir adam ellerini semaya kaldırarak,‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye yalvarıyor. Oysa yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haramdır. Böyle birisinin duası nasıl kabul olur?” (Mûslim, Zekat, 65; Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an, 3.)
b. Duaya Allah’a hamd, Peygamber’e salât ü selam ile başlanmalı; yine salât ü selam ve Allah’a hamd ile bitirilmelidir. Fudâle b. Ubeyd’den (r.a.) rivayete göre o, şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.s.), mescidde oturmakta iken bir adam geldi, namaz kıldı, sonra şöyle dua etti: Allah’ım beni bağışla, bana acı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), ‘Ey namaz kılan, acele ettin, namaz kılıp oturduğun vakit Allah’a layık olduğu şekilde hamd et, sonra bana salât ve selam et, sonra da yapacağın duayı yap.’ Bundan sonra başka biri namaz kıldı. Namazdan sonra Allah’a hamd etti ve Peygambere salât ve selam getirdi. Başka bir şey yapmadı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), o kimseye: ‘Ey namaz kılan kimse! Dua et, duan kabul edilsin.’ dedi.” (Tirmizî, Deavat, 66; Nesai, Sehv, 48.)
c. Dua içten, tevazu ile ve yalvararak yapılmalıdır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır: “Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” (A’raf, 7/55.)
d. Israrla dua edilmelidir. Bir mümin, ettiği duanın kabul edilmesi hususunda aceleci olmamalıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Sizden herhangi biriniz ‘Dua ettim de kabul olunmadı.’ diyerek acele etmediği sürece duası kabul olunur.” (Tirmizî, Deavat, 12.)
e. Umut ve korku içinde dua edilmelidir. Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Onlar gerçekten hayır işlerinde yarışırlar, (rahmetimizi) umarak ve (azabımızdan) korkarak bize dua ederlerdi. Onlar bize derin saygı duyan kimselerdi.” (Enbiya, 21/90.)
f. Dua ederken zaman seçimine de dikkat edilmelidir. Dua her zaman yapılabilirse de bazı vakitlerde yapılması, duanın daha çabuk kabul edilmesini sağlar. Bu vakitlerden biri de seher vaktidir. Allah Teala, geceleri dua, ibadet ve istiğfar ile meşgul olanları Kur’an-ı Kerim’de övmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (Zariyat, 51/17-18.) Hz. Peygamber’e (s.a.s.), “Ey Allah’ınResûlü, hangi dua daha makbuldür? diye sorulunca, ‘Gece yarısı ve farz namazlardan sonra yapılan duadır.’ cevabını vermiştir.” (Tirmizî, Deavat, 80.)( Rabb’imize Arzuhâl: DUA Diyanet Aylık Dergi)
Tövbe; kulun günahını ve hatasını terk edip, dua ve niyaz ile Rabbinden bağışlanma dilemesi ve O’na dönmesidir. Tövbe; kişinin kendini yenilemesi ve bir iç onarımdır. Yani, günah kirleriyle bozulan kalp dengesini yeniden düzene koyma, O’nun gazabından lutfuna, azabından rahmet ve inayetine sığınmadır. Tövbe aynı zamanda günah duygusuyla, benliğin bir hesaplaşması, nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idaresine karşı, benlik ve iradenin, günahın karşısına dikilip ona geçit vermemesidir. Kısaca tövbe; günah çukuruna düşen insanın düzlüğe çıkması, vicdanın aldığı yaranın tamir edilmesi ve kalbin yeniden güç, kuvvet kazanması ve kişinin hayatını yeniden anlamlandırmasıdır.
Günahlar, Rabbimizle aramızdaki sevgi bağını ve iletişimi zayıflatır; O’nun yardımına ve rahmetine engel teşkil eder. Manevi kişiliğimizi zedeler, gönül dünyamızı karartır. Bu bakımdan tövbe, Allah ile sevgi bağlarımızı yeniden tesis etmek, günah ile kirlenen gönül dünyamızı yeniden temizlemektir. Kullarına sonsuz rahmet eden ve bağışlanma kapısını sonuna kadar açık tutan Yüce Rabbimiz, günah işlediğimizde, hata yaptığımızda nasıl davranacağımızı şöyle açıklamaktadır; “Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir. İşte onların mükâfatı Rab’leri tarafından bağışlanma ve içinden ırmaklar akan cennetlerdir ki orada ebedi kalacaklardır. (Allah yolunda) çalışanların mükâfatı ne güzeldir!” (Al-i İmran, 135-136.)
Tövbe kulun içinde bulunduğu kötü durumdan ve günahlardan uzaklaşıp Allah’a (c.c.) yönelmesi anlamına geldiğine göre bu anlayışla bağdaşmayan bir şekilde, sadece sözle; “işlediğim günahlara tövbe ettim” demesi ve arkasından da yine aynı günahları tekrar tekrar işlemesi, gerçek anlamda tövbe etmek değildir. Zira tövbe ettikten sonra günaha geri dönmek Allah’a verilen sözü tutmamaktır. Bu ise tövbeyi gerçek anlamda kavrayamamaktır. Hem günaha pişmanlık duymamak, onu yapma isteği içinde bulunmak, hem de O’nun mağfiretini istemek Allah’a karşı saygısızlıktır. Nitekim bir ayet-i kerimede tövbenin ardından kişinin eski kötü alışkanlıklarından vazgeçip durumunu düzeltmesi vurgulanarak şöyle buyrulmaktadır: “Her kim de işlediği zulmünün arkasından tövbe edip durumunu düzeltirse kuşkusuz, Allah onun tövbesini kabul eder. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Maide, 39.)

(Medet Coşkun, Arınma Bilinci, Diyanet Aylık Dergisi)

Umre Yolcusu nafile tavaf, nafile umre, nafile namaz, nafile oruç, sadaka gibi ibadetleri hikmetlerine uygun olarak yapmayı kendisine şiar edinmelidir.  Zira nafile ibadetlerin Allah'a yaklaşmanın birer vesilesi olduğunu idrak ederek bundan sonraki hayatında da nafile ibadetlere önem vermeyi kendisine amaç edinmelidir.

Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde, gerek Allah’a kulluk için yapılması istenen belirli davranışlar şeklinde ifade edilebilecek dar anlamıyla, gerekse Allah’ın rızâsına uygun her türlü eylem ve çabayı kapsayan geniş anlamıyla ibadetin önemine vurgu yapıldığı, bunların bir kısmında kesin buyrukların, diğer bir kısmında gönüllü olarak yapmaya teşvikin söz konusu olduğu görülür. Birçok âyette ibadet edenler övülmüş (et-Tevbe 9/112; ez-Zümer 39/9), müslümanların iyi işlerde birbiriyle yarışması (el-Mâide 5/48) ve iyilikte yardımlaşması (el-Mâide 5/2) tavsiye ve teşvik edilmiş, gönüllü olarak ibadet yapmanın (tatavvu) hayır ve sevap olduğu belirtilmiştir (el-Bakara 2/158, 184; et-Tevbe 9/79). Bazı müfessirler, “Allah adaleti ve ihsanı emreder” meâlindeki âyette geçen (en-Nahl 16/90) adaleti farzlar, ihsanı nâfileler şeklinde yorumlamıştır (Şevkânî, III, 187-188).
Hz. Peygamber, farz ve vâcip ibadetleri hakkıyla yerine getirenlerin kurtuluşa ereceğini müjdelemekle birlikte (Buhârî, “Îmân”, 34, “Ṣavm”, 1, “Zekât”, 1; Müslim, “Îmân”, 8, 9, 15) nâfile ibadet yapanların Allah’ın sevgili kulları olduğunu belirtmiş (Müsned, VI, 256; Buhârî, “Riḳāḳ”, 38), ashabını kendilerine, ailelerine ve topluma karşı görevlerini ihmal etmemek ve ölçüyü korumak şartıyla (Buhârî, “Nikâḥ”, 1) nâfile ibadet yapmaya teşvik etmiş (Müslim, “Müsâfirîn”, 103; Ebû Dâvûd, “Teṭavvuʿ”, 7; Tirmizî, “Vitir”, 15), âhirette farz ibadetlerdeki eksiklerin nâfile ibadetlerle tamamlanacağını haber vermiş (İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 202; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 140-144, 149; Tirmizî, “Ṣalât”, 188; Nesâî, “Ṣalât”, 9), kendisi de Allah’ın bağışlamasına mazhar kılındığı bildirildiği halde şükreden bir kul olma çabasını asla elden bırakmayıp farzlar dışında çokça ibadet yapmıştır (Buhârî, “Teheccüd”, 6; Müslim, “Münâfiḳīn”, 79-81; Tirmizî, “Ṣalât”, 187). Sahâbîler de farzlar dışındaki ibadetleri onun uyguladığı ve öğrettiği şekilde yerine getirmeye özen göstermişler, tâbiîn ve sonraki nesiller, Peygamber’e ittibâ esasına dayanan bu çizgiyi sürdürerek nâfile ibadetlere önem vermişler, kâmil bir mümin olma yolunda ilerleyebilmek için nâfilelerin özel bir yere sahip bulunduğu anlayışını benimsemişlerdir. Fıkıh âlimleri, nâfile kapsamındaki ibadetlerin farz ve vâcip nitelikli ibadetleri koruyup desteklemesi yanında onlarla birlikte yerine getirilmesinin fertler arası ilişkilerin ve toplumsal yapının iyileştirilmesine ve kişilik eğitimine olumlu katkılar sağladığını göz önüne alarak bunları toplum bakımından vâcip hükmünde değerlendirmiş ve nâfilelerin fertler tarafından sürekli olarak, cemaat tarafından ise toptan terkedilmesinin önemli sakıncalar taşıdığına dikkat çekmişlerdir (Fahreddin er-Râzî, I, 102; Şâtıbî, I, 132-133; krş. Serahsî, el-Uṣûl, I, 114; Abdülazîz el-Buhârî, II, 628; Güzelhisârî, s. 261).
Çeşitleri. İslâm dininin dört temel ibadeti olan namaz, oruç, hac ve zekâttan her birinin nâfile şekilleri fıkıhta “salâtü’n-nâfile / salâtü’t-tatavvu‘” gibi ifadeler kullanılarak ele alınmıştır. 1. Nâfile Namazlar. Dereceleri yönünden nâfile namazlar sünnet, mendup, tatavvu gibi kısımlara ayrıldığı gibi cemaatle kılınıp kılınmaması yönünden de ayırıma tâbi tutulmuştur. Ayrıca bu tür namazlar, eda edilmesi için belirli bir vakit tayin edilip edilmemesi veya eda edilmesi bir sebebe bağlı olup olmaması açısından mukayyed ve mutlak kısımlarına ayrılmıştır. Bir sebebe bağlı olarak eda edilen mukayyed nâfile namazlar ay tutulması, güneş tutulması, yağmur duası, yolculuğa çıkış ve yolculuktan dönüş, tövbe, tavaf, ihrama girme, tesbih, tahiyyetü’l-mescid, istihâre, hâcet namazlarıyla abdest ve gusül sonrasında kılınması sevap olan namazdır. Cuma namazıyla beş vakit farz namazlardan önce veya sonra kılınan ve belli düzen, tertip ve devamlılık içinde kılındığı için “sünen-i revâtib” olarak isimlendirilen sünnet namazlar, teravih, kuşluk, evvâbîn, teheccüd namazları bir vakte bağlı olarak eda edilen mukayyed nâfile namazlardır. Mübarek gün ve gecelerde kılınması tavsiye edilen nâfile namazlar da bu grupta gösterilir. Hanefî mezhebinde vâcip olarak nitelendirilen vitir ve bayram namazları diğer mezheplerde sünnet-i müekkede olduğundan vakte bağlı nâfile namazlar içinde kabul edilmiştir. Fıkıh literatüründe müekked sünnet niteliğindeki nâfile namazların müstehap niteliğindeki nâfilelerden derece bakımından daha üstün olduğu, ay tutulması, güneş tutulması, yağmur duası ve teravih namazlarının cemaatle kılınmasının münferiden kılınmasından daha faziletli sayıldığı, tahiyyetü’l-mescid namazı dışındaki diğer nâfile namazların imkân nisbetinde evlerde kılınmasının evlâ kabul edildiği (Buhârî, “Eẕân”, 81,108; Müslim, “Müsâfirîn”, 213), nâfile namazların edasında farzlara nazaran bazı kolaylıklar gösterildiği, meselâ bir özür olmasa da bunların oturularak kılınabileceği kaydedilmiş, vaktinde kılınamayan nâfile namazlardan sabah namazının sünnetinin kazâ edilmesi gerektiğinde ittifak edilmesine mukabil diğerlerinin kazâ edilip edilmeyeceği tartışılmıştır. Şâfiîler bunların kazâ edilmesinin müstehap olduğu, Hanefîler ise kazasına gerek bulunmadığı kanaatindedir. Vakte bağlı olmayan ve rek‘at sayıları belirlenmeyen nâfile namazlar ise mutlak nâfile namazlardır. Bu tür namazlar, farz ve vâcip namazların gecikmesine yol açmayacak şekilde ve nâfile namaz kılmanın mekruh olduğu vakitlerin dışında gece ve gündüz kılınabilir. Fıkıh âlimleri, mutlak nâfile namazların rek‘at sayısının fazla olmasından çok kıraatinin uzun olmasının efdal ve geceleyin kılınanlarının gündüz kılınanlardan derece bakımından daha üstün olduğunu ifade etmişlerdir. Hanefîler mutlak nâfile namazların gündüz bir selâmla en çok dört, gece sekiz rek‘at, Şâfiîler ise hem gece hem gündüz ancak ikişer rek‘at kılınabileceğini söylemişlerdir.
2. Nâfile Oruçlar. Nâfile oruçlar da mukayyed ve mutlak kısımlarına ayrılmıştır. Mukayyed nâfile oruçlar muharremin dokuz ve onuncu veya onuncu ve on birinci günlerinde, şevval ayının özellikle ramazan bayramını takip eden altı gününde, haram aylarda (zilkade, zilhicce, muharrem ve receb), bilhassa zilhiccenin ilk dokuz gününde, şâban ayında ve ramazan ayı hariç her kamerî ayın on üç, on dört ve on beşinci günleriyle her haftanın pazartesi ve perşembe günlerinde tutulan oruçlardır. Bu oruçlardan bir kısmı sünnet, bir kısmı müstehap olarak nitelendirilmiştir. Mutlak nâfile oruçlar ise bunların dışında kalan ve oruç tutulması mekruh yahut haram olmayan günlerde kişinin sevap kazanmak amacıyla tuttuğu oruçlardır ki bunların hükmü de müstehaptır. Diğer taraftan fıkıh eserlerinde başkalarının hakkını ihlâl etmeye sebebiyet vermesi veya kişiyi zayıf düşürüp şahsî, ailevî ve içtimaî görevlerini yerine getirmesini engellemesi halinde nâfile oruç tutmanın mekruh olduğu vurgulanmış, farz orucun geçerli olması için niyetin geceden yapılması gerektiği halde bazı fakihlere göre nâfile oruca öğleye kadar niyet edilebileceği ve böyle bir orucun özürsüz bozulabileceği ifade edilmiştir.
3. Nâfile Sadaka. Sadakalar da farz ve nâfile olarak iki kısma ayrılır ve farz olan kısmı zekât teşkil eder. Fakihler, zekât bölümünde malî ibadetlerden farz olan zekât ile vâcip olan fıtır sadakasının hükümlerini ayrıntılı biçimde incelemişler, yükümlünün zekât ve fitre vecîbesini yerine getirirken asgari miktarla yetinmeyip gönüllü olarak fazla vermesinin büyük sevap olduğunu söylemişler, bunların dışında yapılacak malî yardımlara “sadakatü’t-tatavvu‘” başlığı altında işaret ettikleri gibi konuya dair hükümleri daha çok vakıf, vasiyet, hibe, karz gibi teberru işlemleriyle ilgili başlıklar altında ele almışlardır. Bu çerçevede gönüllü malî yardımların özellikle mübarek gün ve gecelerde çokça yapılması tavsiye edilmekle birlikte her zaman yapılabileceği, yardım edilen kişiyi rencide etmeksizin büyük bir gizlilik içinde verilmesi (el-Bakara 2/264, 267, 271, 274) ve yardımı yapanı fakir duruma düşürecek miktarda olmaması gerektiği (el-İsrâ 17/29), ayrıca kul hakkı kapsamında borcu bulunan kişinin bunu ödemeden tasaddukta bulunmasının mekruh sayıldığı ifade edilmiştir.
4. Nâfile Hac. Farz ve vâcip olan haclar dışında nâfile hac yapmanın sevap olduğu hususunda fakihler arasında ittifak bulunmakla birlikte bununla diğer hayır işleri karşılaştırıldığında hangisinin daha faziletli sayıldığı tartışılmıştır. Hanefîler, ülke sınırları boyunca karakol (ribât) inşasının nâfile hacdan daha faziletli olduğu kanaatindedir; diğer gönüllü malî yardımlarla mukayesede ise farklı düşünceler ortaya konmuştur.(İbn Nüceym, II, 334; İbn Âbidîn, II, 621).

(Fahrettin Atar, “Nafile”, Diyanet İslam Ansiklopedisi)

İman, İslâm ve ihsanı tarif eden ve “Cibril Hadisi” diye meşhur olan rivayetin sonunda, soru soran adam hakkında Hz. Peygamber şöyle buyurur: “O, Cebrail’di. Size dininizi öğretmeye geldi.”
Bu hadisten dinimizin birbirini tamamlayan üç esasa dayandığını öğreniyoruz: İman, İslâm ve ihsan. Bunlar insanın üç boyutudur. İşte bu üç boyut veya üç gerçek dinin tâ kendisidir. Dinin fotoğrafıdır. Bu durum, dinimizin insan gerçeğini tüm boyutlarıyla ortaya koyduğunu göstermektedir. Bunlar ne anlam ifade ediyor?
İnançsız insan olamaz, duygusuz insan olamayacağı gibi. Ateist bile inançsız değildir. Düşüncelerini dogma hâline getirmiş, ona tapmaktadır. Birileri, puta; birileri güneşe; birileri ateşe, birileri ineğe; birileri ideolojiye, akla inanır ve tapar. Bizler Allah’a iman eder ve ibadet ederiz. İman, kalbin hakikati kabul ve tasdik etmesidir. Doğru, sağlam, şaşmaz iman, mutlak hakikat de budur. Küfür de tam tersi, kalbin hakikati inkâr etmesidir. İman her eylemin temelidir. Sadece eylem de değil, eylemi ortaya çıkaran aşkın, sevginin, sadakatin, bağlılığın, vecdin, coşkunun, arzu ve iştiyakın da temelidir.
İman bize bunları sağlar.
İman ayrıca bize güven temin eder. İnsan bu uçsuz bucaksız dünyada yapayalnızdır. Kafasında binbir soru vardır. Kimiz, neyiz, ne oluyoruz? Zihindeki kaos, ancak imanla düzene girer. İman, binbir soruyu bir cevapta halleden şeydir. Kim olduğunu bilen insan, güvende olan insandır. İman ederek kaosu düzene çeviren insanın, hayata bakış açısı da değişir. İman, insana hayatın iniş-çıkışlarını, şer gibi görünen her şeyi hayra çevirmesini öğretir. Peygamberimiz öyle buyuruyor: “Müminin işine hayret ederim. Onun bütün işleri hayırdır. Sevindirici bir şeyle karşılaştığında şükreder, bu, onun için hayır olur. Üzücü bir şeyle karşılaştığında sabreder. Bu da onun için hayır olur.”
İman, bize güven sağladığı gibi, mümin insan da güven telkin eden insandır. Güven içinde olan, ancak güven telkin edebilir. Peygamberimize “Emin” demişlerdi. “Güvenilir insan.” Peygamberimiz de öyle tarif etmişti mümini: “Müslüman, insanların elinden, dilinden emin olduğu kimsedir.” Güven telkin eden insan olmak. Bugün toplumumuzun en büyük sorunlarından biri de bu değil midir?
İman etmekle iş bitmez. Önemli bir nokta var burada. O da imanımızı sevmemiz gerektiğidir. İmanımızı, canlı, dinamik, aktif tutmamız için şarttır bu. Allah öyle buyuruyor: “O, size imanı sevdirdi.” İman, nasıl sevilir? Allah’ı her şeyden fazla sevmekle. Peki Allah her şeyden fazla nasıl sevilir? İki şekilde: O’nu tanıyarak. İnsan tanıdığını sever. Meselâ bir kişinin hâl ve hareketlerini tanırsak, kalbimiz ona meyleder. Neden Hz. Ebu Bekir’i, Ömer’i çok seviyoruz? Çünkü onların hal ve hareketlerini tanıyoruz. İşte, Allah’ı, O’nun bizim için yaptıklarını, kâinattaki düzenini tefekkür edersek, O’nu daha çok severiz. Bir de Allah’ın Rasûlüne uymakla. Allah’ı sevmenin bir ölçüsü de budur. Zira Allah öyle buyuruyor: “De ki: Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”
Bunları yaptık mı sonuçta ne olacak? İki şey olacak: Biri ahiret hayatımızda cennetle ödüllendirileceğiz. Diğeri ise daha bu dünyadayken “imanın tadını” alacağız. İman bize yük olmaktan çıkacak, hayat dolu, hayatın anlamını bilen insanlar olacağız. Hz. Peygamber bunu bize bildirmiştir. “Şu üç haslet kimde bulunursa imanın tadını alır” buyuruyor. Bunların başında gelen ise, “Allah ve Rasûlünü her şeyden fazla sevmektir.”
Bunların hepsi iyi hoş da bazen kalbimiz sertleşiyor, katılaşıyor, tatsızlaşıyor, diyebiliriz. Onun için Peygamberimiz; “Birinizin içinde iman, elbisenin eskimesi gibi eskir; Allah’tan onu yenilemesini dileyin” buyurmuştur. İmanı yenilemenin üç süreci vardır:
1. Kalbi dünya sevgisinden temizlemeliyiz. Bu, toprağı önce dikenden temizlemeye benzer.
2. Yüce Allah’ı tanımalıyız. Bu, toprağa tohumu ekmeye benzer.
3. Yüce Rabbimizi her an zikretmeliyiz. Bu da tohumu sürekli sulamaya benzer. Zikir, sadece dil ile yapılan ibadet değildir. Allah için yaptığımız her şey, Allah’ın farkında olarak yaşadığımız her an zikirdir.
İşte iman dediğimiz kalbin eylemi budur. Bunsuz, İslâm da ihsan da olmaz.
İslâm’a gelince, İslâm imanın pratiğe aktarılmasıdır, imanın bir düzene dönüşmesidir. İslâm, imanın görünür kılınması, tecelli etmesidir. İslâm, imanda samimi olup olmadığımızın test edildiği alandır. Kısaca İslâm, imana tanık olmaktır. Nasıl? Bizler Allah’a iman ettiğimizi söylüyoruz. Peki bunun şahidi, tanığı kimdir? Bunu nasıl ispat edeceğiz? Kıyamet günü biz sustuğumuzda hakkımızda kim konuşacak? Amellerimiz, eylemlerimiz. İmanımıza, amel ve eylemlerimiz şahittir, şahit olmalıdır. Namazımızla, haccımızla, orucumuzla, infakımızla, dürüstlüğümüzle, ahlâkımızla imanımıza şahitlik etmeliyiz. Bu yüzden İslâm, imanın ete-kemiğe bürünmüş şeklidir.
Aslında İslâm’ın bu yönü imanımızı muhafaza etmek içindir. Sadece iman ettiğini söyleyen, hiç eylemde bulunmayan ya da ne yaptığını bilmeyen kimsenin, bir gün hakikatten kopması, hakikate karşı kör olması tehlikesi vardır. Bu nedenle amellerimiz, imanımızı koruyan birer kalkandır. Ne kadar çok amelde bulunursak, imanımızı koruyan kalkan o kadar sert ve çetin olur.
İslâm’ın emirleri nefsimize çeki düzen vermek içindir. Onları yerine getirmenin temel gayesi, Allah’ın rızası olsa bile, insan ve toplum hayatında birçok faydalı hikmetleri vardır. Meselâ namaz, yükselmeyi, derinleşmeyi, miracı, sadece Allah’a kul olunması gerektiğini; oruç, sabrı, hâlden anlamayı; hac, birleşmeyi, birlik olmayı; zekât, cömertliği, yardımlaşmayı, vermeyi öğretir.
İslâm, ibadetten sosyal hayata; ekonomiden sanata her alanda ilkeler ortaya koyar. Bu anlamda İslâm’ı sırf vicdan dini, kalp dini veya Allah ile kul arasındaki gizemli ilişki olarak görmek, eksik ve yetersiz bir algılayış olacaktır.
İman ettik, İslâm’ı yaşıyoruz, bunlar yeterli değil. Bunları tamamlayan bir unsur daha var. Gelelim dinin üçüncü boyutuna: İhsan. Ne demek ihsan? İki anlamı var:
1. İhlas anlamındadır. Yani bir işi riyadan uzak, sadece Allah için yapmak. Burada yapılan iş değil, işin kim için yapıldığı önemlidir. İslâm boyutunda, yapılan iş önemli idi. İman görünür kılınmalıydı. İhsan boyutu ise, amelin geçerliliğini garanti ediyor. Zira Allah için yapılmayan hiçbir amel kabul değildir. Bundan dolayıdır ki, niyetlerimizi bütün şirk unsurlarından temizlemeliyiz. Amellerimizi sağlam niyetlerle, Allah’ı görüyormuşçasına yapmalıyız.
2. İhsan, bir işi güzel, kaliteli yapmak anlamına da gelir.
İhsan, kullukta kalitedir. Kulluğu sevgiyle gerçekleştirmektir. İhsan, estetiktir. Yapılan işi göze hoş gelecek tarzda yapmaktır. İhsan, niyettir. Tüm eylemlerimizde Allah’ın hoşnut olmasını ön plana çıkarmaktır. İhsan, merhamettir, şefkattir. Bir karıncayı bile incitmekten korkmaktır. İhsan, hoşgörüdür. Yaratılanı yaratandan ötürü sevmektir. İhsan, muhasebe yapma bilincidir.
İşte dinin üç boyutu… Bu üç boyut birbirini tamamlar. Dinimizi diğer dinlerden ayıran yön de bu bütünlük ve kapsayıcılıktır.

(Doç. Dr. Yavuz Köktaş,Dinin Üç Boyutu:İman-İslâm-İhsan,Diyanet Aylık Dergi)

Müslümanın dini yaşantısının en önemli göstergesi ahlaka dair güzelliklerin hayata yansıması ile doğru orantılıdır. Zira yapılan ibadetlerin ziyneti hiç şüphesizdir ki güzel ahlaktır. Umre yolcusu, yolculuk esnasında ahlaki özelliklerini kontrol etme ve bazı kötü hasletlerini değiştirme fırsatı yakalar.

Din ve ahlâk arasında yakın ilişki vardır. Tarih boyunca din ve ahlâk kuralları hep iç içe olmuştur. Ahlâklılık dindarlığın bir gereği olarak görülmüştür. Çünkü İlâhî dinler insanlara hep güzel ahlâkı tavsiye etmiştir. Ahlâkın en büyük desteği ve koruyucusu dinler olmuştur. Ahlâkı geniş halk kitlelerine yayan da gene dinlerdir. Dinleri insanlara tebliğ eden peygamberlerin hepsi insanlar için güzel ahlâk örneği olmuşlardır. Din-ahlâk ilişkisinin bu kadar güçlü olması nedeniyle, dindar kişinin ahlâklı olması toplumlarda bir zorunluluk olarak görülmüştür.
İslam ahlâkının asıl kaynağı Kur’an ve onun ışığında oluşan sünnettir. Nitekim Hz. Aişe bir soru münasebetiyle, Hz. Peygamber’in ahlâkının Kur’an ahlâkı olduğunu belirtmiştir. (Müslim,"Müsâfirîn",139) Bu sebeple İslâm ahlâk düşüncesi Kur’an ve sünnetle başlar. 
Toplumları ayakta tutan en önemli güç, o toplumu meydana getiren bireylerinin ahlâk prensiplerine uygun hareket etmesidir. Çünkü toplumda bulunan ahlâkî değerler, toplumu ayakta tutan temel taşlardır. Bu temel taşlar olmadığı takdirde, toplumda bütün erdemler çöker, yok olur.
Sağlam ahlâkî temellere dayanmayan veya ahlâkî temellerde zaaf başlayan toplum binası er-geç yıkılır. Toplumları koruyan, ayakta tutan, güçlü kılan en önemli etken güzel ahlâktır. Toplumların refah ve mutluluğu güzel ahlâka bağlıdır.
Ahlâkî erdemlerden yoksun kalmış bir toplumun ilerlemesi ve medenî bir toplum niteliğini taşıması mümkün değildir. Bu nedenle iyi ahlâk titizlikle korunmalı ve bunun için de kişilere eğitim ile yüksek ahlâk vasıfları kazandırılmalıdır. Vatanına, toplumuna ve bütün insanlığa faydalı olma şuuru kazandırılmalıdır.
insanın sadece ahlâk kural ve kaidelerini bilmesi yeterli değildir. Esas olan bu ahlâkî kuralların toplum içinde uygulanmasıdır. Bilhassa büyüklerin ahlâkı yaşama ve uygulama bakımından küçüklere örnek olacak davranışlar sergilemesi gereklidir. Bazı büyükler, çocuklarına veya başkalarına sözle ahlâkî öğütler verirler, fakat verdikleri bu öğütleri kendileri tutmazlar, insan önce söylediğini kendisi yaşarsa, sözleri başkalarına tesir edebilir. Aksi takdirde söylenen sözler boş ve askıda kalır. Hareketlerimiz sözlerimizi yalanlıyorsa, iyi insan olamamış sayılırız ve başkalarına da etkili olamayız. Çocukların eğitiminde, "iyi örnek olma motifi" en önemli kuraldır. Peygamberimiz güzel ahlâkı ve davranışlarıyla topluma en iyi örnek olmuştur. Bunun için kendisine "el- emîn=güvenilir" kişi denilmiştir.
Zaten kendisi de: "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş bir peygamberim" (Seçme Hadisler, DİB yayını, s. 9) demiştir. KuKan-ı Kerim’de, "Muhakkak ki sen en büyük ahlâk üzeresin." (Kalem, 4) denilerek onun ahlâkı övülmüştür. Gene kitabımız Kur’an’da: "Allah’ın Rasûlünde bizim için alınacak en güzel ahlâk örnekleri olduğu" (Ahzâb, 2i) vurgulanmıştır.
Müslümanlıkta güzel ahlâk bütün faziletlerin ve tüm iyiliklerin temeli sayılmıştır. Bu konuda Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:
"iyilik güzel ahlâktır; fenalık da kalbinin yatışmadığı ve halkın duymasını hoş görmediğin şeydir." (Riyazü’s-Sâlihîn Tere. c. 2, s.51)
 Peygamberimiz; "Sizin en hayırlınız ahlâkça en güzel olanınızdır." (Riyazü’s-Salihîn Tere. c. 2, s. 51) buyurmuştur.
"Kıyamet gününde müminin nazarında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. Ve her hâlde Allah Teâlâ çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez." (Riyazü’s-Salihîn, c. 2, s. 5i) diyerek, çirkin ve kötü sözlü kimseleri Allah’ın sevmediğini belirtmiştir.
İnanç ve onun gereği olan ibadetler, insanı güzel ahlâklı olmaya mecbur eder. Çünkü Allah’a inanan ve O’nun rızasını kazanmak isteyen bir kimse, O’nun yasak ettiği kötü hareketleri yapamaz. Zira bir gün hesaba çekilerek günahlarının cezasını çekeceğini bilir. Bunun için yüce Allah; "Gerçekten kılınan namaz, insanı her türlü fenalıktan ve kötülüklerden men eder." (Ankebût, 45) buyurmuştur. Bunun için Müslüman’ın ibadetleri, onu iyiliğe ve güzel ahlâka yöneltir.
Bütün bu sözler, Müslüman’ın güzel ahlâklı olması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Fakat günümüzde en çok şikâyet ettiğimiz konu da, ahlâkî değerlerimizin yok olması hususudur. Bugün vurgunculuğun, bozgunculuğun, insan sevgisinden yoksunluğun, terörün, şiddetin, anarşinin, haksızlıkların, düşmanlıkların, kin, fesat, hırsızlık, yankesicilik, sokaklardaki kapkaççılığın temelinde ahlâk buhranı yatmaktadır. Korku, endişe, haksızlık ve güvensizliklerle dolu bir dünyada huzurla yaşamak mümkün değildir.
Toplumumuzun bu ahlâk buhranlarından kurtulması, daha büyük bir ahlâk buhranı yaşamaması ve huzurlu bir hayat sürebilmesi için şu hususlara önemle dikkat etmeliyiz:
Önce aile içinde huzur ve mutluluğu temin etmeliyiz. Aile geçimsizlikleri arkasından boşanmalar yaşanmakta ve ortada kalan çocuklar perişan olmaktadır. Aile sağlam olursa, toplumun da sağlam olacağı gerçeği unutulmamalıdır.
Gençlerimiz her türlü ahlâksızlık tuzaklarından korunmalıdır. Uyuşturucu ve kötü alışkanlıklardan uzak tutulmalıdır. Bu konuda ailelere, topluma ve devlete büyük görevler düşmektedir.
Gençlerin eğitilerek iyi bir meslek sahibi olmaları sağlanmalıdır. Boş zamanlarını değerlendirecek hobiler edinmeleri, kitap okuma, sanat ve sporla meşgul olma alışkanlıkları kazandırılmalıdır.
İş ahlâkına dikkat edilmelidir. İşini sağlam yapmayan, zamanında işleri yetiştirmeyen ve sanatının hakkını vermeyen bireylerden meydana gelen toplumlarda düzen bozulur, huzur kalmaz. Bunun için Peygamberimiz:
"İnsan, elinin emeğinden daha hayırlı bir rızık yememiştir. Allah’ın peygamberi Davud (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi." (Riyazü’s-Salihîn Tere. c. 1; s. 559) Bunun için işçi işinin hakkını, işveren de işçinin hakkını tam vermelidir.
Ticaret hayatında doğruluk ve dürüstlüğe önem verilmelidir. Yanlış ölçüp-tartmalar asla olmamalıdır. Müşteri asla kandırılma- malıdır.
Komşuluk ilişkileri iyi kurulmalıdır. Komşu incitilmemelidir. Komşular birbirine destek olmalı ve iyi geçinmelidir. Bu konuda Peygamberimiz:
"Allah’a ve ahiret gününe inananlar, komşusuna eziyet etmesin, Allah’a ve ahiret gününe imanı olan misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman etmiş olanlar, ya hayır söylesinler, ya da sussunlar." (Riyazü’s-Salihîn Tere. c. 1, s. 343)
insan hakları devamlı gözetilmelidir. Kul hakkının affedilmeyeceği iyi bilinmelidir. Şehitlik mertebesine erişen bir kimsenin bütün günahları affedildiği halde, kul hakkı affedilmemektedir.
Küçüklere sevgi, büyüklere saygı gösterilmelidir. Bilhassa anne-baba asla incitilmemelidir. Büyüklere ve öğretmenlere saygılı olmalıdır. Çocuklar, büyüklerinden sevgi ve ilgi beklemektedirler. Büyükler, küçüklerine bu sevgi ve ilgiyi devamlı göstermelidirler. Komşulara, arkadaşlara, akrabalara, misafire ve tüm insanlara bu saygı-sevgi gösterilmelidir. Aile bireyleri arasında bu sevgi ve saygı devamlı olmalıdır.
Müslüman özü, sözü ve davranışları birbirine uygun olan kimsedir. Bunun için söz ve davranışlar birbirine uymalıdır. Konuşunca doğruyu konuşur ve asla yalan söylemez.
Müslüman, sözüyle ve davranışlarıyla başkasına zarar vermeyen kimsedir. Kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa, başkalarına da öyle davranır. Söz verdiğinde de sözünü yerine getirir.
Müslüman, "İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır." (250 Hadis, DIB yayını, s.121) sözünü kendisine rehber edinir. Müslüman başkalarına zarar değil, ancak fayda verir.
Doğruluk, adalet, temizlik, çalışkanlık, sabır, şükür, hoşgörü, hüsnüzan, cömertlik, yardım severlik, tevazu, ağırbaşlılık, emanete riayet, vefa, hoş geçimli olmak, iyilik yapmak, kanunlara itaat gibi erdemlilikler, ahlâklı insanların vasıflandır.
Yalan, hile, dedikodu, iftira, gıybet, kin, haset, kötü düşünce, tembellik, başkalarına zarar vermek gibi vasıflar, ahlâklı bir kimsede bulunamaz.
Müslüman, iyilikleri yapar, kötülüklerden sakınır. Başkalarına asla zarar vermez. Başkalarıyla hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen kişidir.
Sonuç olarak, dindar insanın ahlâklı olması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Eğer kişi ibadetlerini yerine getirdiği halde, dininin gerektirdiği şekilde ahlâklı olamıyorsa, ibadetlerinin sıhhatini test etmesi lâzımdır. Çünkü ibadetler insanı her türlü kötülükten men eder ve ahlâklı olmayı gerektirir. Sözün kısası "dindarlık ahlâklılık" demektir. Islâm dini de güzel ahlâktan ibarettir.

(Prof. Dr. Fahri Kayadibi, Ahlaklılık ve Dindarlık, Diyanet Aylık Dergi)

İbadetlerin en önemli özelliğinden birisi de kişide bir takım ahlaki değişiklileri meydana getirmesidir. Umre yolcusu ibadetle birlikte gıybet, dedikodu, yalan gibi bazı dile ait hastalıkları giderme  imaknı elde edebilir. Umre yolcusu gerek kutsal topraklarda, gerekse ülkesine döndükten sonra sözlerine daha da dikkat eder.

Yüce Allah güzellik duygusunu, insanla birlikte bütün bir varlığın özüne yerleştirmiştir. (Secde, 32/7.) Bakmasını bilenler varlıkta bu güzelliğin tezahürlerini müşahede edebilirler. (krş. Mülk, 67/3-5; Tin, 95/4.) İslam geleneğinde estetiğin ne anlama geldiğini en güzel şekilde Hz. Peygamber tanımlamıştır. Küçük yaşta vefat eden oğlu İbrahim’i defnettikten sonra çevresinde bulunan sahabilere toprağın düzeltilmesi konusunda tavsiyelerde bulunur. Bunun üzerine sahabilerden birisi: “Ey Allah’ın Elçisi! Bu bir vahiy midir?” diye sorar. O da, “Hayır, göze hoş gelsin.” buyururlar. (İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut, 1967, 1, 147.) İşte İslam düşünce tarihinde bu “göze hoş gelsin” ifadesi, Müslümanların hayatında sözden davranışa, musikiden mimariye, şiirden hitabete hatta gündelik hayatta kullanılan eşyalara varıncaya kadar her şeyde güzelliği aramada bir ilke olmuştur.
İslam bireysel ve toplumsal hayatın her alanında estetik inceliğe önem verir. Velev ki bu, bir söz bile olsa. Söz söyleme, konuşma, bu konuşmayı açıklama ve düşünce üretme faaliyeti, insana mahsus bir özelliktir. Sözü ve insanda söz söyleme yeteneğini yaratan ise, Allah’tır. (Rahman, 55/4.) Söz iyiye de kötüye de alet edilebilir. Bu sebeple müminden istenen, bu sözü sadece edebî anlamda güzel söylemek değil, neticesi maruf olan iyilik ve sevap kazandıracak şekilde söylemektir. Çünkü söz bir emanettir. Bu konuda temel ilkemiz: “Ya hayır söylemek ya da susmak olmalıdır.” (Buhari, Edeb, 31, 85; “Rikâk” 23; Müslim, İman, 74; Lukata, 14.) Her şeyin bir estetiği olduğu gibi sözün de bir estetiği vardır. Bir ayette bu estetik inceliğe şöyle işaret edilir: “Onlar sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar.” (Zümer, 39/18.)
Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah, sözün gücüne dikkatlerimizi çekmiş ve davet çalışmalarında söz estetiğine büyük önem vermemizi istemiştir. Bu söz, yerine göre konuşma, yerine göre şiir, yerine göre hitabet ve yerine göre edebî kalıba dökülmüş bir roman ya da öykü olabilir. Söz estetiğine örneklerden birisinde Yüce Allah, Hz. Musa ve Hz. Harun peygamberlere: “Firavun’a gidin. Çünkü o, azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.” (Taha, 20/43-44.) buyurmuştur. Bu ayette geçen “kavl-i leyyin”, yumuşak ve tatlı söz söyleme manalarına gelir. Hz. Peygamber (a.s.) de: “Sözde sihir vardır.” (Buhari, Tıb, 51.) buyururken bu inceliğe dikkatlerimizi çekmişlerdir. Bizim kültürümüzde ‘Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır.’ atasözü, kavl-i leyyin tabirini en güzel bir şekilde anlatır. İşte kavl-i leyyin, tam bir söz estetiğidir.
Diğer yandan Hz. Peygamber’e hitaben bir ayette: “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmran, 3/159.) buyrulmuştur. Biz Hz. Peygamber’in hayatında “yumuşak söz”ün çok defalar gönülleri fethettiğini görüyoruz. Bu konuda onun hayatından kavl-i leyyinle ilgili birçok örnek vermek mümkündür. Sahabeden Hz. Enes anlatıyor: “Bir defasında Rasulüllah’la birlikte yürüyorduk. Üzerinde kenarı sert Necran kumaşından dikilmiş bir elbise vardı. Ona bir bedevi arkadan yetişerek, hırkasından tutup şiddetle çekti. Boynuna baktığımda, hırkanın boynunu zedeleyip iz bıraktığını gördüm. Bir taraftan da bedevi: “Ey Muhammed! Yanındaki Allah’ın malından bana da verilmesini emret” diyordu. Peygamber Efendimiz bu adamın kabalığına rağmen ona baktı ve güldü. Sonra da yumuşak bir sözle ona ihsanda bulunulmasını emretti.” (Buhari, Edeb, 92.) Hz. Peygamberin kendisine kabalık yapan bu adama gülmesi, güzel bir ifade ile ona ikram edilmesini emretmesi, söz estetiğinin insan kazanmadaki gücüne örnektir. Kaldı ki, yine bir başka ayette Yüce Allah, Hz. Peygambere öğüt verirken, etkili ve güzel konuşma tavsiyesinde bulunmuştur. (Nisa, 4/63.) Mademki en güzel söz Yüce Allah’a ve O’nun dinine çağrı ise, bu çağrıyı en güzel bir şekilde yerine getirmek gerekir. Bu güzel çağrı kadar, Kur’an’ın beyanına göre bu güzel çağrıyı yapan kimseden de daha güzel kimse yoktur. (Fussılet, 41/33-36.) Bu sebeple, bir Müslüman’ın kullandığı din dili, çatışmacı değil, birleştirici olmalıdır. Unutmayalım ki, insanların gönlüne giden yol, güzel sözden geçmektedir. Söz estetiği bir merdiven basamağı gibidir. Eğer gönüller güzel sözle fethedilirse, bedenlerin fethi daha da kolaylaşacaktır.
Müslümanların, gündelik hayatlarında söz estetiğine verdikleri önem kadar, davranış estetiğine de önem vermeleri gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir rivayette: “Allah’ım! Sen yaratılışımı güzel yaptın, ahlakımı da güzelleştir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 68.), buyurmak suretiyle, davranış güzelliğine dikkatlerimizi çekmiştir. İslam, insanın bütün davranışlarında güzellik arar. Bu konu ile ilgili olarak Hz. Peygamber: “Bir iş yaptığında en güzel yapanı, Allah sever.” (Münavî, Feyzü’l-Kadîr, Beyrut, 1994, II, 323.), bir başka rivayette de: “Sizden birinin yaptığı işten huzur duymasından Allah hoşnut olur.” (Münavî, a.g.e., II, 324.) buyurmuşlardır. Çünkü maddi güzellik kadar, davranış güzelliği olan manevi (ahlaki) güzellik de çok önemlidir. Maddi güzellik geçici, manevi güzellikler ise, kalıcıdır.
İslam’da ibadetlerden amaç, ahlaki dönüşümü sağlayarak davranışları güzelleştirmektir. Bunun yolu ibadetlerde şekil ve mana bütünlüğünü birlikte sağlamaktan geçer. Kur’an-ı Kerim’de kurbanla ilgili bir ayette bu bütünlüğün önemine şöyle değinilir: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat ona sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır.” (Hac, 22/37.) Ahlaki anlamda asıl güzel olan ibadetlerde ihlâs güzelliğinin bulunmasıdır. Nitekim Hz. Peygamber’den gelen bir rivayette de: “Nice oruç tutanlar vardır ki, onların oruçtan payları sadece aç ve susuz kalmalarıdır.” (İbn Mace, Sıyam, 21.) buyrulmakla bu gerçeğe işaret edilmiştir. Bu sebeple ibadetlerde hasbilik göz ardı edilmemelidir. Aynı hassasiyet, zekât ve sadaka gibi yardımlaşma faaliyetlerinde de korunmalıdır. Özellikle yapılan hayır işlerinde, güzelliği giderici, gösteriş ve başa kakmak türünden olan kötü davranışlardan uzak durulmalıdır. Şu ayette açıkça bu hususlara dikkatlerimiz çekilir: “Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak, pürüzsüz kaya hâline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.” (Bakara, 2/264.) Bu ayet ve hadislerde görüldüğü gibi, ibadetlerde de estetik bir boyut vardır. İbadetler, bizi ahlaki alanda güzellikleri doğurtucu bir etki yapmıyorsa -ki hakkıyla yerine getirilirse yapar- yapılan iş, şekilperest dindarlıktan öte geçemez. İmam-ı Gazali, “Kaliteli Müslümanlık, salt namaz ve oruçta değil, ahlaki değerlerin temsilinde ortaya çıkar.” (Gazali, İhyâ, Kahire, 1994, III, 224.) derken, bu gerçeği dile getirmek istemiştir.
Her konuda olduğu gibi davranış estetiği konusunda da bizim için en güzel rol model, Hz. Peygamberdir. Onun hayatında davranış estetiğinin ne manaya geldiğinin en güzel örneği Mekke’nin fethindeki tutumudur. Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekke’ye kibirli seçkinlerin girdiği gibi mutantan bir şekilde değil, devesinin eğeri üzerine eğilerek mütevazı bir biçimde şefkat ve merhamet kahramanı olarak girmiştir. O, davasını ilana başladığı ilk günlerdeki mütevazı, mahviyetkâr, affedici ve merhametli davranışını zafere erişince de sürdürmüştür. Nitekim fetihten sonra, Mekkelilere sorduğu şu soru ve onların kendisine verdiği cevap, onun söz ve davranış güzelliğini yansıtır: “Ey Mekkeliler! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?” Onlar da: “Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin, ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız.” demişlerdi. Bunun üzerine Efendimiz, benim hâlimle sizin hâliniz Hz. Yusuf’la kardeşlerinin hâli gibidir. Ben size, aynen Yusuf’un kardeşlerine dediği şu sözü söylüyorum: “Bugün sizin için bir kınama yoktur! Allah, sizi affetsin. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.” (Yusuf, 12/92.) Bu ayeti okuduktan sonra Hz. Peygamber, onlara gidiniz, sizler özgürsünüz, demiştir. (Gazali, Muhammed, Fıkhu’s-Sire, Kahire, 1965, s. 415.) Hiç kuşkusuz bu, onların gönüllerini yeniden İslam’a kazandırmaya yetmiştir. Kaldı ki insanlar, soyut söylemlerden daha çok somut örnekliklerden hoşlanırlar. Bu sebeple, ihtida olaylarının yaşanmasında örnek yaşantıların yeri tartışılamaz.
Netice olarak söylemek gerekirse, Yüce Allah, insanın sözünde ve davranışlarında güzellik ister. Yunus Emre’nin dediği gibi, söylemesini bilenler için, söylenilecek bir söz, zehirli aşı yağ ile bal eder. Onun için herhangi bir Müslüman, gerek söz ve gerekse davranış planında yaptığı her türlü eylemde ihsan ilkesine göre hareket etmelidir. Dolayısıyla, yerine göre yumuşak bir söz, yerine göre erdemli bir davranış muhatapların gönlünde İslam ışığının yanmasına vesile olabilir. Bize düşen görev, kâl (söz) ve hâl (davranış) Müslümanlığını birlikte harmanlamaktır. Gerisi, Yüce Allah’ın bileceği bir iştir.

( Prof. Dr. Ramazan Altıntaş, İslam’da Söz ve Davranış Estetiği, Diyanet Aylık Dergi)

İslam'ın temel gayesi ve hedefi Müslümanlar arasında kardeşlik  bilincini oluşturmaktır. Umre yolcusu kutsal topraklarda kardeşlik şuurunu ve ümmet bilincini tam anlamıyla hisseder ve ülkeye döndükten sonra da bu şuur ile hareket eder. Dünyadaki diğer kardeşlerinin acısını ve sevincini daima içinde hisseder. 

“Ümmet” sözcüğü, grupsal çağrışımlarla örüntülenmiş ve birbirine yakın içeriklerle yüklü pek çok anlama sahiptir. Kur’an-ı Kerim’de “ümmet”, bazı ayetlerde özel tahsis içerecek şekilde sadece Müslümanlar için, bazı ayetlerde ise “canlılar âlemini” (Bakara, 2/213; A’raf, 7/38; En’am, 6/38.), “geçmişteki ve günümüzdeki farklı insan topluluklarını” (Ra’d, 13/30; Yunus, 10/49; Hac, 22/34.), “Müslümanlar içinde özel görevleri üstlenmiş bir topluluğu” ve nihayet “bütün insanlığı” (Yunus, 10/19, 47.) ifade etmek için kullanılır. “Ümmet” sözcüğünün “bütün insanlık” anlamında kullanıldığı Yunus suresindeki ayetlerde, insanların başlangıçta tek bir “ümmet” olduklarından ve daha sonra ayrılığa düştüklerinden söz edilmektedir. Kanaatimizce, günümüzde “ümmet” sözcüğünün, söz konusu ayetlerdeki “bütün insanlık” vurgusundan hareketle, başlangıçtaki bu “kuşatıcı anlamı” üzerinde özellikle düşünmek gerekir. Çünkü bugün ümmete yüklenen bu Kur’ani içeriğin kavranmasının sadece Müslümanlar için değil, bütün dünya milletleri için de her geçen gün artan bir ihtiyaca dönüştüğü görülmektedir. Bilindiği gibi bugün insanlık, dünyanın hemen her köşesinde gittikçe artan güvenlik kaygılarının oluşturduğu gündemlerin daraltıcı atmosferinde varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Daha düne kadar “emniyet ve güven yurdu” (medinetü’l-emin) olarak anılan İslam beldelerinde yaşayanlar bile, gittikçe artan güvensizlik ve risk içeren gündemlere konu olan bir ortamda yaşamaya mahkûm edilmiştir. Bu bağlamda, “ümmet” sözcüğünü Yunus suresi 49. ayette işaret edilen anlamı çerçevesinde bütün insanları içine alacak kuşatıcılıkta ele alan görüşler de bulunmaktadır. Acaba bu anlamıyla ele alındığında “ümmet”, her geçen gün daha da karmaşıklaşan sorunlarımızın çözümüne yönelik bir bakış açısının geliştirilmesine katkıda bulunabilir mi? Hiç şüphe yok ki, bu kapsayıcı bakış açısı, öncelikle İslam mesajının özündeki evrensellik vurgusuyla örtüşür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “ümmet” sözcüğünün geçtiği ayetlerin içeriklerinden ortaya çıkan çerçeveye baktığımızda, söz konusu bakış açısını destekleyen aşağıdaki sonuçlara ulaşabiliriz:
Öncelikle Allah dileseydi bütün insanları tek bir ümmet olarak yaratabilirdi, ancak aksine onları farklı farklı ırk, dil, renk ve kültürlerde yarattı. O’nun dilemesiyle gerçekleşen (Maide, 5/48; Nahl, 16/93.) bu farklılığın, renkliliğin, çeşitliliğin ve harmoninin amacı, en basit anlamıyla, kimin “hidayeti”, kimin “dalaleti” istediğini; kimin ise daha iyi işler yapacağını görmek için insanları özgür seçimleriyle başbaşa bırakmaktır.
Ancak bu tercih sürecinde Allah, kullarına lütufta bulunmuş ve yardım/kılavuzluk etmesi için (Nahl, 16/36.), her ümmete kendi içlerinden peygamberler (şahitler) göndermiştir. (Ra’d, 13/30; Kasas, 28/75.) Bu peygamberler, doğru yola ileten rehberler olarak, insanlar arasında adaletle hükmetmişler (Yunus, 10/47.) ve her biri, insana yaraşır bir dünyanın mümkün olduğuna dair umutları tazeleyen yaşantılarıyla ‘güzel ahlak’ numuneleri oluşturmuşlardır.
Her ümmete, Allah’a yakınlıklarını ifade edebilmeleri için farklı yollar tayin edilmiştir. (Hac, 22/34.) Yine her ümmetin tabi olduğu yükümlülükler diğerlerininkinden farklıdır. Dolayısıyla insanlar, öncelikle Allah karşısında tek tek sorumludur. Ancak Allah’a giden yolların çeşitliliğine karşın, yaşamın nihai amacı O’nun hoşnutluğunu kazanmaya yönelik iyi, güzel iş ve davranışlarda (amel-i sâlih) bulunmaktır.
Her ümmetin bir eceli (nihai yaşam süresi) vardır (Yunus, 10/49; Mü’minun, 23/43.) ve bu ecelin ileri ya da geri alınması mümkün değildir. (Hicr, 15/5.) Bu bağlamda tarihin şahitlik ettiği ümmetlerin bir kısmının kıssaları Kur’an-ı Kerim’de anlatılmaktadır. Bu kıssalarda, genellikle, Allah’ın emirlerine karşı çıkıp O’nu inkâr edenlerin ve hesap gününü yalanlayanların akıbetine de dikkat çekilmektedir.
Görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerim’de ümmet sözcüğünün çerçevesi, insanın dünyaya gönderiliş amacına uygun olarak çizilmekte ve insana öncelikle sorumlulukları hatırlatılmaktadır. Bu bağlamda ideal ümmetin; Allah’a teslim olan (Bakara, 2/128.), hayırlı ve faziletli işler yapan (Bakara, 2/143.), iyiliği emredip kötülükten sakındıran (Âl-i İmran, 3/104.), hak ve adaleti gözeten (A’raf, 7/159, 181.), özellikle geceleri kıyamda durup Allah’ın ayetlerini tilavet eden ve secde eden (Âl-i İmran, 3/113.), Allah’a karşı derin saygı ve sorumluluk duygusuyla hareket eden (Mü’minun, 23/52.) müminlerden meydana geldiğine dikkat çekilmektedir. Bu özelliklere sahip kişilerden oluşacak ideal ümmet, günah ve düşmanlıkta değil, iyilik ve takvada yardımlaşarak (Maide, 5/2) Allah’ın vadettiği dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşacaktır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de çizilen bu çerçeve, insanların ihtilafa düşmelerinin doğal, toplumsal bir gerçeklik; ihtilafların ise çatışma değil, önce kendini daha sonra karşısındakileri tanıma ve onlarla tanışma fırsatı olduğunu göstermektedir. Zira farklılıkların doğallığını idrak edebilen her ümmet, insanlığın evrensel değerlerinin geliştirilip yüceltilmesine kendi açısından katkıda bulunacak ve böylece “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat, 49/13.) ayetine uygun bir yaşamın gelişip filizlenmesi mümkün hâle gelecektir.
Kur’an-ı Kerim’deki “ümmet” çerçevesinin, bizzat Hz. Peygamber ve ilk Müslümanlar tarafından da söz konusu bağlamda anlaşılıp uygulandığını söyleyebiliriz. Bu tespitin dayanağı, bizatihi Hz. Peygamber’in gayrimüslimlere bakış açısını yansıtan uygulamaları ve onlarla ilişkilerinde gözettiği ilkelerdir. Burada öne çıkan ilke, “insana her şeyden önce kâinatın en değerli varlığı, yani ‘Hz. İnsan’ olduğu için değer verilmesi” gerektiğidir. Nitekim Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret ile birlikte temellerini attığı toplum modelinde, herkesin insanca yaşayabilme esası üzerine inşa edilen temel haklarına saygının merkeze alındığı anlaşılmaktadır. Yine İslam geleneğinde korunması gereken temel haklar olarak bilinen can, mal, nesil, akıl ve dinin bütün insanlığın ortak değeri olarak kabul edildiği ve Hz. Peygamber’in örneklendirdiği bir arada yaşama modelinde bu esaslar üzerine temellenen bir toplum yapısının oluşturulduğu görülmektedir.
Ancak Hz. Peygamber’in vefatının ardından dört halife döneminin sonlarına doğru Müslümanlar arasında ihtilafların çatışmaya dönüşmesi, Müslüman toplumların zamanla kendi iç çekişmelerinin oluşturduğu gündemlerle meşgul olmalarına yol açmıştır. Her ne kadar, özellikle Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar dönemlerinde zaman zaman Hz. Peygamber’in “kapsayıcı ümmet” fikrine geri dönülse de, Müslüman toplumların iç ve dış çatışmaların boğucu atmosferinde kendilerine özgü uzun soluklu taşıyıcı gündemler oluşturamadıkları bilinmektedir. İlk bakışta günümüzdeki tablonun çok daha iç karartıcı olduğunu düşünebiliriz. Ancak unutulmamalıdır ki, günümüz Müslümanları “kapsayıcı ümmet” düşüncesine geri dönmek için her zamankinden daha fazla fırsata sahiptir. Zira bugün kitle iletişiminin her geçen gün artan hızı ve yoğunluğu sayesinde Müslümanların kendi özgün geleneklerini güncelleyerek dünya gündemine iyi örnek ve örnekliklerle taşıma imkânının önü açıktır ve bu potansiyel giderek genişlemeye devam etmektedir. Çünkü İslam dünyası ve Müslümanların imajı, çeşitli propaganda araçlarıyla her fırsatta karalanmaya çalışılsa ve Müslümanlar mevcut hâlleriyle bu gündeme bilerek ya da bilmeyerek katkıda bulunmaya devam etse de, İslam dünyası söz konusu imajını restore edebilecek Kur’an-ı Kerim gibi taptaze bir kaynağa, Hz. Peygamber gibi çağlar üstü bir örneğe ve onun ‘en güzel örnekliği’ne sahiptir. Yapılması gereken, Müslümanların daha fazla zaman kaybetmeden ellerindeki bu imkânın bir an önce farkına varmalarına ve potansiyellerini bütün insanlığın barış ve esenliği istikametinde kullanabilecekleri adımları atmalarına katkıda bulunmaktır.

(Doç. Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU, Ümmetin Kuşatıcı Anlamını Yeniden Düşünmek, Diyanet Aylık Dergisi)

Dünya ve ahiret hayatında dengeli bir tutum izlemek Müslümanın ana amaçlarından birisidir. İşte umre ibadeti bu dengenin kurulmasında büyük bir adım niteliğindedir. Umre yolcusu, akıp giden dünya hayatında bazen dünyaya gereğinden fazla değer verdiğini ve ahireti unuttuğunu kutsal topraklarda farkeder. Nihayetinde burada kazandığı dünya ahiret dengesini ülkesine dönünce de devam ettirmeye çalışmalıdır.

Müslüman olmak, Müslümanca yaşamayı gerektirir. Bu yüzden Müslümanın kendine özgü bir dünya görüşü, hayata bakışı vardır. Onun hayata bakış açısını Kur’an ve sünnet belirler. Kur’an ve sünnet açısından hayata bakışında ise bir denge ve ölçü vardır.
Kur’an ve sünnete göre dünya- ahiret arasındaki dengede ne dünya, ahiretin; ne de ahiret, dünyanın karşıtı, alternatifi değildir. Dünya ve ahiret birbirini takip eden iki gerçektir. Bu iki hayatı birbirinden ayırmak, bedenle ruhu birbirinden ayırmak gibidir. Her ikisi de bir bütünün yarısı ve biri diğerinin tamamlayıcısıdır.
Çünkü ahirete giden yol dünyadan geçmektedir. Cennete de cehenneme de dünyadan gidilmektedir. Ahiret, insanın aşkın, sonsuz hayatıdır. Dünya ise ahirete açılan kapı ve ahiretin tarlası, hangimizin daha güzel ve ahlâkî amellerde bulunacağı bir sınav meydanıdır. Ayrıca imar etmemiz, üzerinde medeniyetler kurmamız ve güzellikleri teşvik, kötülükten sakındırma ile düzenlememiz gereken bir vazife zeminidir. (Hûd, 61; Mülk, 2; Bakara, 143 vb.)
Bu açıdan Kur’an ve sünnet, bizlere iki hayat arasında denge kuracak yaklaşımlar sunar. Bu yaklaşımlar, dünya nimetleri ile olan ilişkilerimizi düzenler ve bu ilişkileri doğru ve ölçülü bir şekilde geliştirmemize rehberlik eder.
Kur’an-ı Kerim hayatın gayesiz ve anlamsız olduğunu ve dünya hayatının zebûnu ve kurbanı olan, Rabbini ve ahireti unutanların temelsiz bir düşünceye sahip olduklarını şu şekilde ortaya koymaktadır: "Dediler ki: "Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. 
Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder." Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanda bulunuyorlar." (Câsiye, 24)
Dünyevileşme anlamına gelen bu durum, insanlık için ciddi bir problemdir. Özellikle günümüzde öte dünya düşüncesinin hayatın dışında tutulması, ölüme ayarlı hayatın yaşanmaması için dünyadaki birçok ayartıcı nesnelerle yetinme teşvik edilmekte ve dünya hayatının alternatifi olmadığı, bilinçli ve bilinçsiz bir şekilde ele alınmaktadır. Dünyevileşme global bir kültür olarak insanlığa empoze edilmektedir. Bu anlayış, beraberinde bireyselciliği, hazcılığı getirmekte, dinin öğütlediği yardımlaşma ve paylaşma gibi erdemleri hayattan soyutlayarak, milyonlarca insanın sömürülüp açlığa mahkum olmasına, yeryüzünde toplumsal ve ekolojik dengenin bozulmasına sebep olmaktadır.
Tüketim yarışı içinde, dünya ile öte dünya, hayat ile ölüm, akıl ile gönül arasına duvarlar ören günümüz insanının bu duvarları yıkmak için, daha derin, daha anlamlı, daha çekici ve daha güzel olan , ahiret hayatını gündeminden çıkarmaması ve orada sahip olabileceği ebedi güzellikleri kaçırmaması için, dünyevileşme konusunda dikkatli olması gerekir.
Dünyevileşmenin panzehiri ahirete imandır. Zira ahiret- te hesap verme bilinci, Müslümanı her saat Yaratıcının karşısına çıkacakmışçasına bir hazırlık içinde kılarak, her anını şuurla izleyen, kendi kendinin bekçisi, gözcüsü yapar. Bu durum iyi bir otokontrol mekanizması olup, insanın yaşayışını büyük bir disiplin altına alır ve kişiye sorumluluk duygusu verir, ileride hesaba çekileceği büyük güne göre, insanlar ve tabiat ile ilişkilerini İlâhî ölçü temelinde yürütmesini sağlar.
Bir de bu durumun aksini düşünelim; Yüce Allah’ın belirlediği dünya ve ahiret hayatı ile ilgili belirlediği ölçüyü kaçırıp, öte dünya sorgusuna inanmayan kişinin, hayat ilkesini ne belirleyecektir? insan neye göre, kime karşı hangi sorumlulukla ve sonuçta, hangi müeyyideyi gözeterek yaşayacaktır?
Doğal olarak hayatını bağladığı ilkeleri tesadüf olan kişiyi nefsi yönlendirecektir. Nefsi ise daima ona her an kötülükleri ilham edecektir. (Şems, 8)
Böyle bir yapıda olan insandan çevre de zarar görecektir. Bu yüzden ferdi ve toplumsal huzur için ahiret düşüncesinin gündemde tutulması çok önemlidir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de yüzden fazla terim ve deyim olarak ahiret inancı işlenmekte, konuyla ilgili ayetler hem Mekki hem de Medeni surelerde önemine binaen tekrarlanmaktadır. Söz konusu tekrarlarla konunun önemini vurgulamak, insanda sorumluluk duygusunu pekiştirmek, dünya ve ahiret dengesini kurmak amaçlanmaktadır.
Kur’an’da kurulan dengeye baktığımızda; her iki dünyada bizlere dengeli olmayı önerir ve bizden sadece dünyayı veya ahireti istememizin doğru olmadığını beyan buyurarak, her iki dünyanın meşru güzelliklerini birlikte istememizi şöyle öğütlemektedir: "Rabbimiz! Bize dünyada da ahirette de iyilik ver" (Bakara, 20; A’raf, 156)
Yine Kur’an’a baktığımızda Müslümandan dünya ile ilgilenmesini ve onu yaşanabilir kılmasını ister ve onda dünya hayatıyla ilgili uyarılar görürüz. Kur’an’da dünya nimetlerinden istifade etmeyi, kullanmayı yasaklayanlar: "Allah’ın, insanların kullanımına açtığı temiz dünya nimetlerini onlara yasaklamak, O’nun koyduğu sınırları aşmaktır." (Maide, 87) şeklinde ikaz edilirken, dünya nimetlerinin cazibesine kapılanlar ise: "Dünya hayatını ahirete tercih edenler, "Onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Artık bunlardan azap hiç hafifletilmez. Onlara yardım da edilmez." (Bakara, 86) "inkâr edenler ateşe sunuldukları gün, (onlara şöyle denir:) "Dünyadaki hayatınızda güzelliklerinizi bitirdiniz, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı, alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız (Ahkâf, 20) şeklinde uyarılmaktadır.
Ayrıca Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından meşru ve Allah rızasına uygun olması şartıyla; dünya ve dünya ile ilgili faaliyetleri över. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), dünya ve ahiret konusunda dengeli bir yol izlemiş, ne tamamen kendini ibadet ve meşguliyetlere kaptırarak ailesini ihmal etmiş, ne de tamamen ailesiyle meşgul olarak ibadet ve vazifelerini aksatmıştır. Günlük vaktini, ibadet, istirahat, aile hayatı ve günlük meşgaleler için düzenli bir şekilde taksim etmiştir.
O, bu dengeli hayatını hep muhafaza etmiş, müminlere de dengeli davranmaları konusunda şöyle demiştir: "Bu din kolaylıktır. Hiç kimse (amellerim eksiksiz olsun diye) kendini zorlasın da din, ona galip gelmesin (ve zorlanıp büsbütün amelden kesilmesin). Öyleyse orta yolu takip edin..." (Buhârî, İman, 29)
Hz. Peygamberin ailesini de bu dengeli hayata çekmeye çalıştığının örneklerinden biri şu hadisedir: Enes radıyal- lahu anh der ki: "Hz. Peygamber (s.a.s.) mescide girmişti ki, iki direk arasına gerilmiş bir ip gördü. "Bu da ne?" diye sordu. Bu, Zeyneb radıyallahu anh’in ipidir, namaz kılarken uykusu gelince buna takılıyor (ip onun düşmesini önlüyor)" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s.), "Hayır (olmaz) çözün ipi. İstekliyken namaz kılın, uykunuz gelince de yatın" diye emretmiştir. (Buhârî, Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfirîn, 219, Hadis No: 784; Ebu Dâvud, Salât, 308, Hadis No: 1312)
Peygamberimizin sevgili damadı Hz Ali (r.a.) de dünya ve ahiret dengesi konusunda bizlere şu uyarıda bulunur:
"Ey müminler! Dünya arkasını çevirerek yel gibi esip gitmekte, ahiret de ona karşı aynı sür’atle gelmektedir. Bu iki âlemin insanlar arasında çocukları vardır. Ey Müslümanları Sizler, dünyanın değil ahiretin çocukları olunuz. Bu dünya iş günüdür, hesap günü değildir. Fakat yarın (ahiret) hesap günüdür, iş günü değildir." (Buhârî, Rikâk, 4, VI, 1 71) Görüldüğü üzere bu tür uyarı ve düzenlemelerin, insanı dünyadan uzaklaştırmak gibi bir amacı yoktur. Kur’an’ın ve Peygamberimizin dünyaya karşı uyarıları, onun nimetleri ile değil, insanın bunlarla ilişkisi, insanın zaaflarına, arzularına yenilerek sadece bu nimetlerin peşinde koşarak ahireti unutması, kişiyi Yüce Allah’a ibadet etmekten alıkoyması, imtihanı kaybetmeye götüren bir hayat tarzına, dünyevileşmesine yöneliktir.

(Abdurrahman Akbaş, Dünya-Ahiret Arasında Denge, Diyanet Aylık Dergi)

Müslümanın dini hayatındaki en önemli görevlerinin başında dini yalnız Allah'a has kılarak ve sadece Allah'ın emrettiği ve Peygamberimiz'in (s.a.s) uyguladığı şekilde yerine getirmektir. Umre yolculuğu da bu bağlamda ibadet hayatımızı kontrol etme ve yaptığımız bazı yanlışları düzeltme fırsatları vermektedir. Bu yolculuk esnasında yoğun bir ibadet hayatı yaşayacak olan umre yolcusu aynı zamanda ibadetlerle ilgili eksiklerini ve hatalarını da görme imkanına kavuşabilir. 

İnsan, "Allah’a kulluk" ile sorumlu kılınmış bir varlıktır. Bu sorumluluğu yerine getirebilmesi için akıl ile donatılmış, ilk insan Adem (a.s.)’den itibaren peygamber ve kutsal kitaplarla kendisine rehberlik edilmiştir. Zamanla insanlar, peygamberin tebliğ ettiği dinî esaslardan uzaklaşmış, haktan sapmış, batıl, bid’at ve hurafelere dalmışlardır. Yüce Allah, bu durumu düzeltmek için yeniden peygamber göndermiştir. Peygamberler, hakkı ve doğruyu yeniden insanlara tebliğ etmişlerdir.  
İşte insanlık âleminin böyle hak dinden uzaklaşmış, batıl ve hurafelere saplanmış olduğu bir zamanda yüce Allah, Hicaz bölgesinde milâdın 610 tarihinde Muhammed Mustafa (s.a.s.)’yı bütün insanlara peygamber olarak gönderdi. Peygamberimiz (s.a.s.), çok tanrılı inancı ortadan kaldırmak, tek Allah inancını ve hak dini hakim kılmak için mücadele verdi. Müşrikler, buna şiddetle karşı çıktılar. "Kendilerine bir uyarıcı/peygamber gelmesine hayret ettiler ve kâfirler ’bu, yalancı bir sihirbazdır, tanrıları bir tek tanrı mı yaptı? Bu, cidden tuhaf bir şeydir" dediler. Onların bir grubu da, ’gidin, tanrılarınıza bağlı kalın, çünkü bu arzu edilen bir şeydir. Biz bunun söylediğini öteki dinde işitmedik. Bu, uydurmadan başka bir şey değildir’ dediler." (Sâd, 4-7)  Peygamberimiz (s.a.s.), ısrarla İslam’ı insanlara anlattı, Allah’ın yardımı ile kısa denilecek bir zaman diliminde Hicaz bölgesinde yaşayanlar Müslüman oldular. İslâm hızla diğer bölgelere de yayıldı. Günümüzde yeryüzünün her tarafında insanlar İslâm dininden haberdar oldular. Çeşitli ırklardan pek çok insan Müslüman oldu. Dünyanın her tarafında insanlar İslam ile şereflenmeye devam etmektedirler, bundan sonra da edecektir.
Bununla birlikte geçmişten günümüze Müslümanlar, birçok konuda ihtilâfa düştüler, çeşitli inanış, âdet ve geleneklere sahip oldular. İslâmî bilgi ve bilinçlenme azaldıkça batıl inanışlar, hurafeler ve bid’atler arttı. Ülkemiz insanları arasında da maalesef Kur’an ve sünnetle örtüşmeyen, dinî inancımızla bağdaşmayan inanış, kanaat, uygulama ve davranışlar, batıl, asılsız ve hoşa giden uydurma sözler, mantıkî bir dayanağı ve gerçekliği bulunmayan birçok inanç ve uygulama yaygınlaştı (hurafe). Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan, Kur’an ve sünnete uymayan, dine bir ekleme veya dinden bir eksiltme mahiyetinde olan görüş ve uygulamalar (bid’at) ortaya çıktı.
Köpeğin ulumasının bir felâket habercisi olduğu, nazar değmemesi için evlerin kapısına veya duvarına at nalı ve aynı inançla çocuklara mavi boncuk takılması, baykuş ötmesinin ölüm habercisi olarak algılanması, çocuğu olmayanların türbelerde/mezarlarda kurban kesmeleri, yatırlara veya bazı ağaçlara bez, çaput bağlamaları veya beşik yapıp türbelere bırakmaları, konuşmayan çocuğun konuşması için ayağına kilit vurulması, yürüyemeyen çocuğun ayağına ip bağlanması ve cuma namazından çıkan ilk kişiye bu kilidin açtırılması ve ipin çöz- dürülmesi, iş bulma, evlenme, bir sınavı kazanabilme ve benzeri bir istekte bulunmak amacıyla türbelerden yardım istenmesi, yeni doğan çocuğun kırk gün evden çıkarılmaması gerektiği, gelin eve ilk geldiğinde bolluk olması için dolu bir su kabının döktürülmesi, bir yolculuğa çıkan kimsenin sağlıkla gidip gelmesi için arkasından su dökülmesi, kirvenin kızı ile evlenilemeyeceği, iki bayram arasında nikâh kıyılmasının doğru olmadığı, kadının kestiği hayvanın etinin yenmeyeceği, eşinden şiddet gören kadının kocasına eşek dili yedirdiği takdirde şiddetten kurtulacağı, tespih çekilerek hatim yapılacağı, mezarlıklardaki ağaçların meyvelerinin yenilemeyeceği inancı; cenaze törenlerinde siyah elbise giyilmesi, cenazenin alkışla veya müzikle uğurlanması veya yüksek sesle zikir yaparak taşınması, ölenin arkasından ağıt yakılması, 3, 7, 40 ve 52. günlerinde merasim yapılması, hacdan gelenlerin ellerinin içinin öpülmesi, kurşun döktürülmesi geleneği, batıl inanış ve hurafelerdir. Müslümanın bu tür inanış ve uygulamaları terk etmesi gerekir. İslâm ile bağdaşmayan bu tür inanış ve uygulamaların terk edilmemesi, Allah ve peygamberin hak davetine çağrılan insanların, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter" demelerine benzer.
Batıl inanış ve hurafelerin ortaya çıkışında ve varlığını sürdürmesinde eski dinlerden kalma inanç ve âdetler ile Kur’an ve sünnet hakkında yetersiz bilgi etkili olmaktadır. Sözgelimi karga ve kara kedinin, baykuş ötmesinin uğursuz sayılması, Şamanizm ve Budizm’den kalma batıl inanışlardır. Başına gelmesini istemediği bir şeyi gördüğü ve duyduğu zaman bir insanın kulak memesini çekip parmakları ile sert bir şeye vurması, işleri iyi giden bir kimsenin şeytan kulağına kurşun demesi, el falına bakması ve baktırması Yahudiliğin nazar inancına dayanır.
Batıl inanış ve hurafelerin toplumda varlığı ve yaygınlaşmasında eski inanış, gelenek, uygulama ve alışkanlıkların etkisi olduğu gibi, inançsızlık, kumar, fuhuş, hırsızlık, yalan, iftira, gıybet ve benzeri haramların yaygınlaşmasının da etkisi vardır. Nitekim Kur’an’da birçok ayette bu hususa işaret edilmektedir. Meselâ Firavun ve ileri gelenleri; Musa ve Harun peygamberlere; "Bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan döndüresin de yeryüzünde hakimiyet ikinizin eline geçsin diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanmıyoruz, dediler." (Yunus, 78); Mekkeli müşrikleri; "Çirkin bir iş işledikleri vakit; "Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu emretti" dediler. (Ey Peygamberim!) De ki; "Şüphesiz, Allah çirkin işleri emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi atıyorsunuz?" (A’râf, 28), İbrahim Peygamber; "Babasına ve kavmine; "Ne bu tapınıp durduğunuz heykeller?" demişti. Onlar, babalarımızı bunlara ibadet ediyor bulduk, (Enbiya, 52-53) (bu yüzden) putlara tapıyoruz ve onlara tapmağa devam edeceğiz (Şuarâ, 71, 72) dediler. İbrahim; "Onlara yalvardığınızda sizi işitiyorlar mı?" dedi. "Hayır, ama biz babalarımızı böyle yaparken bulduk" dediler. (Şuarâ, 74) İbrahim de onlara; "Siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz, (Enbiya, 54) dedi. Kendilerine; "Allah’ın indirdiğine uyun", denildiği zaman; "Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız." derler. Şeytan kendilerini cehennem azabına çağırıyor olsa da mı? (Lokman, 21) Hayır! Onlar sadece, "Şüphesiz biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk ve biz onların izlerinden gitmekteyiz." dediler. (Zuhruf, 22) işte böyle, biz senden önce hiçbir memlekete bir uyarıcı göndermedik ki, oranın şımarık zenginleri; "Şüphe yok ki biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de elbette onların izlerinden gitmekteyiz", demiş olmasınlar." (Zuhruf, 23) "Gönderilen uyarıcı; "Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı?" dedi. Onlar; "Biz kesinlikle sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz", dediler" (Zuhruf, 24; bk. 43-44; 69-72) anlamındaki ayetler, insanların batıl inanış ve hurafelere sahip oluşlarını atalarını bilinçsizce taklit etmenin sonucu olduğunu ifade etmektedir. Taklitçilikte insanların atalarının etkisi kadar gelişmiş toplumların ve baskın kültürlerin etkisi de vardır. Meselâ Kur’an ve sünnet ile örtüşmediği halde dövme yaptırma, erkeklerin küpe takmaları, giyim tarzları, müstehcenlik, teşhircilik, burçların insan karakterine etkili olduğu, medyumların gayp âlemi ve gelecek ile ilgili verdiği bilgilere inanma ve benzeri hurafelerin varlığında, çağımızın baskın kültürlerinin etkisi vardır.
"Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğullan kardeşleri yahut kendi soyları bile olsalar, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin.
İşte Allah, onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır, Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır, işte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır, iyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (Mücadele, 22) anlamındaki ayette ifade edildiği gibi Müslümanların, yaşadıkları toplumda atalarından kalma inançlarını, İslâm ile örtüşmeyen başka toplumların kültür, düşünce ve inanışlarını, gelenek ve uygulamalarını terk edip Kur’an’a ve sünnete uymaları gerekir. Kur’an ve Hazreti Peygamber’in sünnetinde yer alan hükümleri özel, aile ve toplum hayatında uygulamaya koymaları; "Kim benden sonra terk edilmiş bir sünnetimi ihya ederse, onunla amel eden herkesin sevabı kadar o kimseye de sevap verilir. Kim Allah’ın ve Rasûlü’nün rızasına uygun düşmeyen bir bid’at icat ederse onunla amel eden insanların günahları kadar o kişiye günah yükletilir. Hem de onu işleyenlerin günahı eksiltilmez." (Müslim, ilim, 6; Tirmizî, İlim, 16) anlamındaki hadiste teşvik edildiği gibi, Peygamberin sünnetini ihya etmeye çalışmaları, Müslümanların temel görevidir. Kur’an ve sünnete uygun olmayan din adına birtakım uygulamalar da bid’attır, dine eklemedir, terk edilmesi gerekir. Peygamberimiz (s.a.s.); "Kim İslâm’da, olmayan bir şeyi (din adına) ortaya çıkarırsa o reddedilmiştir." (Buhârî, Sulh, 5), "(Din adına) sonradan ihdas edilen her şey bid’attir." (Nesâî, lydeyn, 22), "işlerin en kötüsü (din adına) sonradan ihdas edilen şeylerdir." (Müslim, Cuma, 43) buyurmuş, "Allahım! Kabrimi (ibadet edilen) bir put yeri haline getirme. Allah, peygamberlerinin kabirlerini mescit edinen kavmi rahmetinden uzaklaştırsın." (Ahmed, ll, 246) sözleriyle bid’at ve hurafeciliğe dikkati çekmiştir. "Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekileri dinde aşrı gitmeleri sebebiyle helâk olmuştur." (Hâkim, Hac, 1711) anlamındaki sözleriyle Müslümanları aşırılıktan, ifrat ve tefritten sakındırmıştır.

(Doç. Dr. İsmail Karagöz, Batıl İnanışlar, Bid’at ve Hurafeler Dini Hayatı Olumsuz Yönde Etkiler, Diyanet Aylık Dergi)

Ölüm, insan oğlunun yaşadığı en acı gerçektir. "Nerede olursanız olun -sağlam ve tahkim edilmiş kaleler içinde bulunsanız bile- ölüm size ulaşacaktır" (Nisa, 78) ayeti bu gerçeği vurguluyor. Ölüm deyince, mezar ve mezarlıklar da kendiliğinden gündeme gelir.
Ölen insanın gömüldüğü yere mezar diyoruz."Kabir" kelimesi de aynı anlama geliyor. Arapça kökenli birer isim olan bu kelimelerin özellikle ilki yani "mezar" dilimizde yer etmiştir. Kabir ise nerede ise kullanılmaz durumdadır. Acaba niçin "kabir" değil de "mezar" tutundu dilimizde? Dillerin oluşumu ve gelişiminin "kendiliğinden" ve tabii bir sürece bağlı olduğu gerçeği göz ününde bulundurulacak olursa bu konuda kesin bir şey söylemenin mümkün olmadığı anlaşılır. Ancak şöyle bir yorum da pek aykırı görünmez sanırım: "Kabir" kelimesinin temel anlamı "gömmek"tir. Gömme işleminin ise bir "saklama", "elden çıkarma" ve "gözden kaybetme" yönü vardır ve "Gözden uzak olan gönülden de uzak olur". "Mezar" ise "ziyaret etmek" kökünden gelir ve "ziyaret edilen yer" anlamını taşır. Bu kısa açıklama, neden Türk Dili’nin "kabir"i değil de, "mezar"ı tercih ettiğinin ip uçlarını verir gibidir. Belli ki, sevdiklerinin artık yok olduğu, kendileri ile aralarına "kara toprak" ın girdiği, onları elinden kaçırdığı izlenimini veren "kabir" değil de; maddi olarak ayrılmış olsalar da, ziyaret edilmek sureti ile en azından hatıralarının yaşatılabileceği çağrışımını yaptıran "mezar" bu milletin ferasetine daha sevimli gelir olmuştur.
Ölüler şehri
Mezarların bulunduğu özel mekânlara ise mezarlık diyoruz. Bu yerler dünyevi olanla uhrevi olan arasındaki şeffaf bir perde gibidir. Bir yönden bakarsınız, taşı ile, toprağı ile, çevreleyen duvarı ile, her şeyi ile maddedir, dünyamızdan bir "köşe"dir. Başka bir yönden bakarsınız, selvileri ile, mezar taşları, hüzünlü, düşünceli, dalgın ziyaretçileri ile maddi sınırların ötesinde bir yerde gibisinizdir. Bir ruhaniyet hakimdir size ve çevrenizdeki her şeye. Selvi ağacı hiçbir yere mezarlıktan daha yakışır değildir sanki. Mezar taşlarındaki nakışların çevrelediği yazıların mesajları istemeseniz de sizi bir yerlere alır götürür.
 Ölüm ötesi hayata inanmayı temel esasları arasına alan tevhit inancı, mezarı ve orada geçirilen süreci, ebedi hayat yolunun ilk durağı olarak görür. "Mezar, ahiret menzillerinin ilkidir" (Ahmed, Müsned, l, 63) buyuruyor Hz. Peygamber. Adı üzerinde "durak". Yani terk edilip gidilecek bir yer. Bu ter ediş, kıyametten sonra yeniden diriltilip kaldırılmakla olacaktır. Kur’an, ölüm gerçeğinin önümüze koyduğu mezar olgusunu ahiret inancını telkin işinde bir araç olarak kullanır: "Kıyamet mutlaka gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur ve Şüphesiz Allah mezardaki kimseleri diriltecektir." (Hac, 7)
Perdenin ötesini görebilmek
Mezarlar, insanların elinden, sevdiklerini, yetiştirdikleri büyük şahsiyetleri, değer verdikleri kimseleri koparıp alır. Ama geride kalanlar onlardan kopmak istemezler. Onlarla bağlarını sürdürmek, hatıralarını yaşatmak isterler. Mezarların, mezarlıkların ziyaret edilmesi bir bakıma bu olgunun bir sonucudur. Bu olgu insanları zaman zaman aşırı tutum ve uygulamalara götürür. Tekâsür süresinin ilk iki ayetine getirilen bir yoruma göre, bu ayetlerde Mekkeli müşriklerin yaşadıkları böyle bir aşılığa dikkat çekilmektedir: "Çoklukla övünmek sizi öyle oyaladı ki, nihayet (ölüleri bile saymak için) mezarları ziyaret ettiniz." Mezarlarda yatanlara duyulan aşırı saygı ve bağlılığın, "atalara ibadet" sapmasına zemin hazırladığını dinler tarihi bilimi ortaya koyuyor. Henüz oluşum safhasındaki İslam toplumu için böyle bir tehlikenin bulunması sebebi ile olacaktır ki Hz. Peygamber başlangıçta mezar ziyaretlerini yasaklamış, İslam imanı gönüllerde kök salıp bu tehlikenin ortadan kalkması ile de mezarlık ziyareti yasağını kaldırmıştı. Bu konudaki nebevi ifade şöyledir: "Size mezarları ziyaret etmeyi yasaklamıştım. Artık Muhammed’e annesinin mezarını ziyaret etme izni verildi. Siz de mezarları ziyaret ediniz. Çünkü mezarlar ahireti hatırlatır." (Tirmizi, Cenaiz, 60) Ancak belirtmek gerekir ki, İslâmî bilgi ve bilincin zayıfladığı noktalarda, mezar ziyaretini yasaklayan gerekçenin habis bir ur gibi nüksetmesi her an mümkündür ve bu durumu özellikle günümüz müslümanları ölçeğinde en acı biçimde yaşıyoruz. Ancak Allah’a yöneltilebilecek bir çok isteğin mezarlara yöneltilmesi, dinin ruhuna, temel esaslarına aykırı pek çok tavır ve tutumun mezarlar ve türbeler etrafında sergilenmesi, dini hayatımızın en azından toplumun belli kesimleri açısından ne derece örselendiğinin acık göstergesidir. Mezarda yatanlar Allah’a muhtaç. Başkalarına ne faydaları dokunabilir?
Gündelik hayatımıza maddi yönümüz hakimdir. Çünkü elle tutulur, gözle görülür yanımız maddi varlığımızdır. Bizi kuşatan maddi dünya, ruhî-manevî yönümüzle bizim aramızda bir perde gibidir. Biz hep perdenin berisindeyiz. Perdenin öte tarafını görmek için özel uyarıcılar gerekiyor. Vahiy, perde arkasının en geniş bir sahne halinde insanlığın önüne koyan ilahi bir mekanizmadır. Ne var ki bazı gerçekler bu sahnede yaşarken bile sisler altında kalabiliyor. Bu sisler bazen bizim "gerçek" lerden kaçışımızın, bazen gafletimizin, bazen de, kişisel zaaflarınızın eseridir. Bir müslüman için hiç ölmeyecekmiş gibi bir hayat sürmek işte bunların bir yansımasıdır. Bu noktada, vahyin yönlendirici ve koruyucu düzlemi içinde bazı özel uyarıcılar ve yönlendiriciler devreye girer. Bu uyarıcıların temel işlevi insanın/müsülümanın önündeki sis perdesini dağıtarak onun ufkunu berraklaştırmak ve bakış açısını genişletmektir, işte mezar ziyaretleri de bu tür uyarıcılardan biri belki de en önemlisidir. Kendimize en çok yakıştıramadığımız şey olan ölümünü, mezar geçekliği içinde elle tutulur hale geldiği bir ortamda insan istemese de ölümü hatırlamaktan kendini alamaz. Ölümün hatırlanması ölüm ötesi serüveni de gündemimize getirir. Ahiret ve hesap inancının da verdiği enerji ile tavır ve davranışlarımızı gözden geçirip yeniden düzenleme imkanını elde ederiz. Hz. Peygamber (a.s.)ın "Ağızların tadını kaçıran ölümü çok hatırlayın" (Tirmizi, Kıyame, 26) hadisi ile yaptığı hatırlatma, kabir ziyareti konusundaki teşviki ile birleşince gönül gözümüzdeki sislerin bir anda nasıl dağıldığını ve perdenin arkasının nasıl netleştiğini görebiliyoruz.
Ölüm insana saygıya engel değildir
Din insan için var olan bir kurum. Bu geçek Yaratıcı Kudret’in insan denen varlığa atfettiği değerin açık bir göstergesidir. İslâmî öğreti, insana bahşedilen bu değerin ölümle son bulmadığını açıkça ifade eder. Hz. Peygamber’in, "Ölülerinizin iyiliklerini anın" (Tirmizi, Cenaiz, 34) hadisi, pek ince yorum detaylarına girmeksizin bile bu İslâmî yaklaşımın pratiğini ortaya koyması bakımından önemlidir. Ölen kimsenin hep iyi yanları zikredilecek, eksikliklerini sayıp dökmekten sakınılacaktır. Ölünün geride bıraktığı kişiliğine ve hatırasına karşı sergilenmesi istenen bu saygılı yaklaşım, ölünün "istirahatgahı" olan mezar korusunda da istenmektedir. Mezarlar ve mezarlıklar, alelade birer toprak parçası olmaktan çıkmıştır. Çünkü oralarda ilahi hitabın muhatabı bir varlık, insan yatmaktadır. Mezar ziyaretlerinin beklenen etkiyi yapması, mezarlara ve mezarlıklara karşı takınılacak tavırla paralel bir seyir izler. Mezarlar, ne İslâmî inanç ve pratiğe uygun olmayan tavır ve işlemlerin odağı olacak, ne de sıradan birer toprak yığını gözüyle değerlendirilecektir. "Mezarların üzerine oturmayın, mezarlara doğru namaz kılmayın" (Müslim, Cenâiz, 97) hadisinde bu yönde bir uyarı vardır.
Müminin başkasına zarar vermemesi iyi bir kimse olması için yetmez. Bu sadece pasif bir tutumdur. Ayrıca aktif alması, iyi şeyler üretmesi, insanlara iyilik etmesi de gerekir. Bu, müminin, yaşayana insanlarla ilişkilerinde olduğu gibi, ölüler hakkında da geçerli bir prensiptir. Mezarlara saygısızlık etmemekle yetinmeyip, oralarda yatanlara iyilikte de bulunmak gerekiyor. Onlar için yapabileceğimiz en iyi şey, temiz bir yürekle dua etmek. Hz. Peygamber buyuruyor:
"Cebrail gelip bana dedi ki; ’Rabbin, Baki mezarlığına gidip orada yatanlar için bağışlama dilenmeni emrediyor..." (Müslim, Cenaiz; 103)
"Ölmeden önce ölünüz" tavsiyenin tabii uygulama alanları mezarlıklar! Ne çok şeyler biliyor ve anlatıyorsunuz!
Anlayabilenlere.

(Doç. Dr. Halil Altuntaş, Ahiret Yolculuğunun İlk Durağı Mezarlıklar, Diyanet Aylık Dergi)

Hicret yalnız İslâm Tarihi’nde değil, dünya tarihinde de çok derin iz ve tesirler bırakan bir hadisedir. Hicret’e hiçbir zaman, bir bölge veya ülkeyi terkederek başka bir vatana iltica etmek gözü ile bakılmamalıdır.
Lügatların, “Terketme, evinden barkından ayrılma, göçetme, Hz. Muhammed (s.a.)’in Mekke’den Medine’ye göçmesi hadisesi, Müslümanların kullandığı takvimin başlangıcı” diye tarif ettikleri Hicret, hem İslâm Devleti’nin teşekkülüne, hem de yeni bir takvimin başlangıcına alem olmuştur.
Kur‘an-ı Kerim’de “Cihad” tan sonra en önemli vakıa olarak “Hicret” ten bahsedilmiştir. İslâm’da Hicret’in bu kadar önemli olmasının sebebi, bir müslüman için O’nun “İman”dan kaynaklanmasıdır. Kur’an-ı Kerim, “Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. O halde yalnız bana ibadet edin”  ayeti ile Mekke müşriklerinin dayanılmaz boyutlara ulasan baskı ve zulümlerine karsı müslümanları fikren Hicret’e hazırlamıştır.
Bir bakıma Hicret ilk İslâm Devleti’nin teşekkülünün temeli olduğu kadar, yazılı Anayasa’sının tedvininin de başlangıcı olmuştur. Toplumu belli bir takım kurallara uymaya zorlayan bu esaslar iki ana noktaya dayanmaktadır:
1. Cemiyetin topyekün Allah’a inanması ve O’nun himayesinde bulunduğunu idrak etmesi.
2. Hz. Muhammed (s.a.)’in şahsında temsil edilen karizmatik Devlet Başkanlığı’nın her zaman sığınılacak bir makam olarak algılanması .
Tarihçilerin ittifakla ifade ettiklerine göre Hicret’le tarihin yeni bir sayfası açılmış, zulme uğrayan İslâm’ın mensupları bir sığınak bulmuş, Medine (Yesrib) insanlık tarihinde daima şükranla anılacak hareketin merkezi olmuştur .
Hicret’in temelinde Kureyşlilerin, bir grup Medinelinin Müslüman olması karsısında onlara işkence, boykot, karantina, hareketlerini kısıtlama vb. davranışları yatmaktadır. Durumun daha da vahim hal almasını önlemek üzere Hz. Peygamber (s.a.s.]’in müminlerin Medine’ye Hicret etmelerini emretmesi işte bundan dolayıdır.
Müslümanların büyük bir kısmı gizlice Hicret ederken Hz. Ömer müşriklere açıkça meydan okumuş ve “İste ben de Hicret ediyorum. Kim anasını ağlatmak, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa şu vadinin arkasında gelip bana yetişsin.” demiştir .
Müşrikler Rasulullah (s.a.s.)’ın Mekke’yi terkedeceğini anlayınca O’nu ortadan kaldırmak için söz birliği etmişler, Dâru’nnedve’de toplanarak, her kabileden seçtikleri birer gençle suikastlerini müştereken gerçekleştirmek istemişlerdir. Böylece Hz. Peygamber (s.a.s.)’i bir anda öldürecekler, kan sorumluluğunu da bütün kabilelere yükleyerek akıllarınca mesuliyeti paylaşmış olacaklardı.
Bütün bu düşünce ve davranışlar üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) o gece yatağına Hz. Ali’yi yatırarak gizlice Hz. Ebu Bekir’in evine gitmiştir. Daha önceden iki binek hazırlayan Hz. Ebu Bekir Abdullah b. Ureykıt ed-Deylemi adındaki Mekke’li müşriki, kendilerine gizli yollarla Medine’ye ulaştırması için ücretle tutmuştu. Hicret’i, Hz. Ali ile yol arkadaşı ve aile efradından başka hiç kimsenin bilmemesine özen gösterilmiştir.
Hicret’in en ilginç yönü, Sevr Mağarası’na ulaşıncaya kadar Yemen Yolu’nun izlenmesi, mağarada üç gece kalınması, peşlerine düsen müşriklerin mağara ağzındaki örümcek ağları üzerine, orayı hemen terketmeleri, Hz. Ebu Bekir’in “görüleceğiz” endişesini Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, “Ey Ebu Bekir! Allah’ın, üçüncüleri olduğu iki kişiyi sen ne sanıyorsun?” diyerek teskin edişi, onları yakalamak için yanlarına kadar yaklaşan Süraka’nın, atı ile kumlara çakılıp kalmasıdır.
Resulullah (s.a.s.] ve Hz. Ebu Bekir, on iki günlük meşakkatli ve tehlikeli bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaşmışlar, burada heyecanla bekleyen müslümanlar tarafından su mısralarla karşılanmışlardır:
Ayın ondördü üzerimize doğdu, Seniyyetü’l veda sırtlarından,
Allah’a yalvaran bulundukça, şükretmek bize de borçtur.
Ey bize gönderilen Peygamber, sen itaat olunan bir emirle geldin.
Medine’ye Hicret eden müslümanları tekrar hayata bağlamak için Hz. Peygamber (s.a.s.) hemşehrileriyle ayrı ayrı görüşmüş, onların iklim, aile, vatan hasreti ve ekonomik sebeplerden doğan problemlerine çözümler getirmiştir. Bunun için Rasulullah (s.a.s.) öncelikle Mekke ve Medine’li bütün aile başkanlarını kapsayan büyük bir meclis toplamış, samimi bir işbirliğine davet ederek onlara gözle görülür basit hal çareleri teklif etmiştir. Bu cümleden pratik bir çözüm olmak üzere aynı çatı altında yasayan iki kardeş birlikte çalışacak, elde ettikleri kazançları da eşit bölüşeceklerdir.
İslâm’da ilk Mescide Kuba Köyü’nde inşa edildiğini, Salim b. Avf Mahallesi’nde yapılan mescidde ilk cuma namazının kılındığını, ilk hutbenin orada okunduğunu bu kutlu Hicret’in diğer kıymetli iki armağanı olarak belirtmeliyiz.
Kısa kronolojisini takdim etmeğe çalıştığımız Hicret’in en önemli kavşak noktasını Mekke (Muhacir)’lilerle Medine (Ensar)’liler arasında Rasulullah (s.a.s.)’ın gerçekleştirdiği kardeşlik teşkil etmektedir. Bu da pek tabii olarak, “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyle ise kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz”  ayet-i kerimesine dayanmaktadır.
Canlarını dişlerine takarak öz vatanlarından Hicret eden ve “Muhacirler” diye tanınan bu insanlara karşı Medinelilerin sıcak ve samimi ilgisi olmasaydı arzulanan İslâm Devleti on sene gibi kısa bir zamanda kurulabilir miydi? Medinelilerin Mekke’lileri evlerinde misafir edişlerine, ev, işyeri, eşya vb. den iki adet olanın birini onlara bağışlamalarına, buna imkanı olmayanların mevcudu paylaşmalarının bir benzeri uygulamasına dünyanın neresinde, hangi toplumda rastlanmıştır? Bunun bir örneği gösterilebilir mi? Böyle bir dayanışmanın sergilenmesine bugün hem ülkemiz, hem de İslâm dünyası ne kadar muhtaçtır?
Hicret hadisesinde karşılaşılan ilginç durumlardan biri de Abdurrahman İbn. Avf ile ilgili olanıdır. Abdurrahman ibn Avf manevi kardeşinin (Medineli) : “İşte bütün mülküm, yarısını sana veriyorum. İki zevcem var, tercih edebileceğin biri ile evlenebilmen için onu boşuyorum.” demesi üzerine, “Allah seni mülkün ve ailenle takdis etsin. Sen bana sadece şehrin çarşısını göster.” diye cevap vermesidir.
Mekke’li muhacirlerin, manevi kardeşlik vesilesiyle elde ettikleri bütün malların, ellerine imkan geçtiği ilk anda hemen iade ettiklerini özellikle burada vurgulamalıyız.
Sonuç olarak diyebiliriz ki Hicret, her yönü ile İslâm için bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Hicret’le müslümanlar Medine’de iman, ibadet, ahlak ve sosyal dayanışma açısından nefes alma imkanına kavuşmuşlardır. Yine Hicret’le müslümanlar tek yumruk haline gelmiş, müşterek düşmana karsı birlikte hareket etme şuuruna ermişlerdir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.)’in otoritesi altında fedaratif bir devlet kurarak müslümanların da devleti, vatanı ve ordusunun olduğunu bütün dünyaya göstermişlerdir. Hudeybiye Barışı (H. 6/M. 627)’ndan sonra kurulan ilk Müslüman Devlet ile çete olmadıklarını, siyasi ve hukuki yapıya sahip bir devletlerinin bulunduğunu ispat etmişlerdir.
İslâm ve dünya tarihinde çok büyük bir hadise olan Hicret, aynı zamanda İslâm’ın kurtuluşu ve yüce İslâm Çağı’nın başlangıcı olmuştur. İslâm’ın istiklale kavuşması ve yayılma imkanı bulması Hicret’le başlamıştır. Bu süreç günümüzde de aynı heyecan ve duyarlılıkla müşadade edilmektedir.

(Doç. Dr. Osman CİLACI , Hicretin Önemi, Diyanet Aylık Dergi)

Medine-i Münevvere’yi Ziyaretin Önemi
Medine vahyin en çok indiği mübarek beldedir.
İslam tarihinde önemli olayların cereyan ettiği yerdir.
Peygamber Efendimizin (sas) eşlerinin, çocuklarının ve 10 bini aşkın sahabe-i kiramın medfun olduğu kutsal şehirdir.
MESCİD-İ NEBEVİ
•    Mescid-i Nebevi, Hz. Peygamber’in Mescidi demektir.
•    Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettikten sonra ilk iş olarak bu mescidi inşa ettirmiş inşasında bizzat çalışmıştır.
•    Mescid-i Nebevi, muhacir ve ensar kardeşliğinin, birlik ve beraberliğin en üst sevide yaşandığı mekandır.
•    Aynı anda yaklaşık 1 milyon kişinin ibadet edebildiği ve Hz. Peygamberin kabrinin bulunduğu mesciddir.
Mescid-i Nebevi’nin Fazileti
 “Ancak üç mescid (cami) için yolculuk yapılır: Mescid-i Haram, benim şu mescidim ve Mescid-i Aksa.”  (Buhari, Müslim)
“Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hariç diğer mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir.”  (Buhari, Müslim)
Medine’de Olmanın Adabı
Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider. (Hucurat, 2) 
Medine’de Olmanın Adabı
Burada (Medine-i Münevvere’de) herkes edeple gezsin, herkese hüsn-ü zan etsin diye, böyle bir hal var. Hiç belli olmaz. İşçidir, tamircidir, hamaldır; ama Allah’ın veli kuludur.  Aman yavrum, burada kimseye kusur bulma, kendi kusurunu gör. Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi Kadir bil oğlum..!»                                 (Konyalı Hacıveyiszade)
Sakın terk-i edepten kûy-i mahbûb-i hüdadır bu, 
Nazargâh-ı ilahidir, makam-ı mustafadır bu,
Murâd-ı edep şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı Kudsiyandır cilvegâh-ı enbiyâdır bu  (NABİ)
Kabr-i Şerifi Ziyaret Etmenin Fazileti
Kim ölümümden sonra  benim kabrimi ziyaret ederse, beni hayatımda ziyaret etmiş gibi olur.” (Beyhaki, Taberani)
Her kim kabrimin başında bana salatü selam getirirse ben onu aracısız olarak işitirim. Her kim de benden uzakta bana salatü selam getirirse melekler onu bana ulaştırır.
(Müsned)
«Kim, gönlünde beni ziyaretten başka hiçbir düşünce bulunmaksızın, beni ziyarete gelirse, kıyamet günü ona şefaatçi olmak benim üzerimde bir hak olur»
(Taberânî) 
Ravza-i Mutahhara
«Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.»                                 
(Buhârî, Müslim) 
Kabr-i Şerifi Ziyaret Etmenin Adabı
Mümkünse gusledilir.
Temiz bir kıyafet giyilir.
Resûlullah’ın (s.a.s) civarında bulunulduğu ve onun huzuruna varılacağı düşünülerek Mescid-i Nebî'ye gidilir.
Salavât-ı şerife okunur, yaklaştıkça salavat arttırılır.
Besmele ile ve sağ ayakla Mescid-i Nebeviye girilir.
Kerâhet vakti değilse, "Ravza-i Mutahhara’da veya uygun bir yerde iki rekât "tahiyyetü'l-mescid" namazı kılınır ve dua edilir. 
İki rekat şükür namazı kılınır.
Sonra Peygamberimiz (s.a.s.), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.anhuma) Efendilerimiz ziyaret edilerek selamlanır.
Ziyaret Esnasında Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar
Bağırarak selâm verilmez.
Yanında yüksek sesle dua edilmez. 
Saygısız ve edebe uymayan davranışlarda bulunulmaz.
Duvarlarına el sürülüp öpülmez.
Kabr-i saâdete karşı kesinlikle secde edilmez.
Uygunsuz hal ve hareketler yapılmaz. (cep telefonu vb.)
Bu tür davranışlar çirkin ve mekruhtur. 
Medine’de Yapılması Tavsiye Edilen İbadetler
Beş vakit namazı ve cuma namazını Mescid-i Nebevi’de cemaatle kılmak
Vaktimizi; Mescid’i Nebevi’de zikir, dua, tesbih,  Kuran tilaveti, salat-ü selam, kaza ve nafile namaz gibi ibadetlerle değerlendirmek
Fırsat buldukça Peygamber Efendimizi ve sahabe-i kiramı ziyaret edip onları selamlamak
Medine’de 40 Vakit Namaz
Yukarıda da ifade edildiği gibi Hz. Peygamberi ziyaret etmek, mescidinde namaz kılmak ve ona çokça selat-ü selam getirmek Mescid-i Nebevi’de yapılması uygun olan en faziletli davranışlardır.
Fakat Mescid-i Nebevi'de kırk vakit namaz kılmak hac veya umre ibadetleri için gerekli olan şartlardan olmadığı gibi ziyaretin gereklerinden biri de değildir.
Dolayısıyla Medîne-i Münevvere'de sekiz gün kalmak gibi bir zorunluluk da yoktur.
Konu ile ilgili rivayetler uzmanlar tarafından zayıf olarak nitelendirilmektedir.

(Bu bölüm Diyanet İşleri Başkanlığı Hac Hazırlık Kursları Çerçevesinde hazırlanan sunumlardan istifade edilerek hazırlanmıştır)

Umre yolcusu bu ibadet esnasında kazandığı olgunluğu ve güzel ahlakı ömrü boyunca korunması gereken güzel bir haslet olduğunu bilmesi gerekir. Bu yolculuk esnasında edindiği güzel hatıraları hayatı boyunca unutmaması gerektiğini bilmelmeli ve bu yolculuk esnasında birlikte hareket ettiği yol arkadaşları ile helalleşmeye ve arkadaşları ile bundan sonraki hayatında da ilişkiler geliştirmeyi arzu etmelidir.   

Umre yolculuğu Kısa bir süre içinde gerçekleşmek ile beraber görülen yerler ve yaşanan Hatıralar açısından insan üzerinde derin izler bırakır.
Umrecilerimizin kutsal topraklarda kazanmış oldukları tecrübeler hayatları boyunca belki bir daha elde edemeyecekleri eşsiz değerdedir. Zira kutsal mekanın dönüştürücülüğü, hac ibadetinin kendine özel bazı ritüelleri memlekete döndükten sonra insanın yeni hayatında çok ciddi değişimlere sebebiyet vermektedir.
Umrecilerimiz, kutsal topraklarda bir takım güzel hasletler kazanırlar. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
Müslüman olmak kadar müslüman ölmek nasıl şart ise, umre yapmak kadar umreden döndükten sonra orada kazanılan güzel hasretlerin korunması da o derece önemlidir.
İnsanlar hacıyı örnek bir müslüman olarak görmek isterler. Bu bakımdan bilhassa olumsuz tutum ve davranışların İslam'ın aleyhinde propaganda malzemesi yapılacağını göz önüne alarak umre yapma niyetini elde etmiş bir Müslüman kesinlikle doğruluktan dürüstlükten taviz vermemeli, hakkı hukuk gözetmelidir.
Her Müslümanın görevi olmakla birlikte özellikle umreci, İslam'ın güzelliğini yaşantısıyla göstermelidir. Bu sebeple İslam'a aykırı düşecek tavır ve davranışlardan şiddetle sakınmalıdır. Onun için yalan haksızlık hıyanet, ahde vefasızlık, aldatma, kandırma, eksik ölçme ve tartma gibi ahlaka aykırı tutum ve davranışlardan daima uzak durmalıdır.
Gerek dürüstlük, doğruluk, özü sözü bir olmak gibi ahlaki nitelikler açısından, gerekse İslami bilinçlenme noktasından umreden sonraki hayatının umre öncesine kıyasla daha ileride olması ana gaye olmalıdır. Yaptığı umre Müslümanın Allah'a saygısını, takvasını ve ahiret hayatına daha iyi hazırlanma zevkini daha da arttırmalıdır.   Bundan dolayı umreci, umreden sonraki hayatını umre günlerinde yoğunlaştığı İslami yaşantı doğrultusunda sürdürme çabası içinde olmalıdır. Allah’a verdiği sözü daima hatırında tutarak İslam'ın onaylamadığı her türlü kötü söz fiil ve davranıştan uzak durmalıdır. Hacer-i Esved de yaptın sözleşmeyi, ahdi bozmamalıdır. Çünkü orada bundan böyle Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmeyeceğine dair söz vermiş olmaktadır. Kısaca şeytanın ya da heva ve hevesini peşine takılarak ahde vefasızlık etmemelidir.
Umre Müslümana din kardeşlerinin derdini dert edinme bilincini kazandırmış olmalıdır. Çünkü Müslümanların derdini dert edinmeyen onlardan değildir.  Umrecinin gönlünde din kardeşine karşı en ufak bir kin ve nefret kalmamalıdır. Ayrıca hacı her gün beş vakit Kabe'ye ve Rabbine yönelirken Kabe'ye manevi bir yolculuk yapabilme bilincini kazanmış olmalıdır.
İşte umrecilerimiz yukarıda zikrettiğimiz bu güzel kazanımları memleketlerine döndükten sonra da devam ettirmeleri gerekir. Aksi takdirde hayatta nadir olarak elde ettiği bu fırsatları kaçırmış olacaktır.   Bu sebeple kutsal topraklarda kazandığı güzel arkadaşlıkları ve dostlukları Türkiye'de de devam ettirmeli ve sürekli oralarda yaşadığı güzel hatıraları zihninde canlı tutmalıdır.

(Hac Yolcuları Eğitim Programından istifade edilerek hazırlanmıştır)

Dinimizin en önemli kaynaklarından birisi olan sünneti seniyyeyi kutsal topraklarda tatbik ederek öğrenme fırsatı umre yolcusunun hayatında yakalayabileceği nadir zaman dilimlerindendir. Bu sebeple Medine'de Efendimiz'in (s.a.s) ümmeti olma şuuru ile hareket etmek ve O'nun (s.a.s) sünnetine bağlılığını pekiştirmek umre yolcusunun dini hayatında büyük dönüşümlere sebebiyet verecektir.

Yüce Allah’ın insanlığa göndermiş olduğu peygamberlere iman, onlara inanmayı, onları tanımayı ve onların izinden gitmeyi gerektirir. Peygamberler zincirinin son halkası olan Peygamberimize inanmak, ona itaat etmek ve onun yolunu tutmak, bütün Müslümanlar için bir zorunluluktur. Bunun hakkıyla ifa edilebilmesi için de onu yakinen tanımak, onun öğretilerini doğru anlamak gerekir.
Hz. Peygamber, dünyaya gelmeden önce insanlık, değer ölçülerini yitirmiş, şirk, küfür, haksızlık ve zulüm hayatın her alanını çepeçevre kuşatmıştı. Sosyal düzen bozulmuş, ahlak sadece zihinlerde bir hatıra olarak yer edinmişti. Güçlüler zayıfları eziyor, kadınlar insan muamelesi görmüyor, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Can, mal, akıl ve nesil güvenliği kalmamıştı.
İşte böyle bir zulmet ortamında dünyayı teşrif eden Hz. Muhammed (s.a.s.) insanları Kur’an’ın nuruyla aydınlatıyor ve onları sadece Allah’a kul olmaya, güzel ahlak ile donanmaya davet ediyordu. İnsanlarla münasebetlerinin merkezine iyilik, merhamet, doğruluk, sevgi, saygı, müsamaha, fedakarlık ve vefakarlığı yerleştiriyordu. O’nun (s.a.s.), hayatında hassasiyetle uyguladığı ideal ahlakî prensipler sadece peygamberlik ile vazifelendirilmesinin ardından değil; ondan önce de yaşamının her safhasında kendini göstermiştir. Bunun en bariz örneklerinden biri, insanların onu “Muhammedü’l-Emin” şeklinde isimlendirmeleridir. Bir diğeri ise ilk vahyin ardından Hz. Hatice’ye uğrayan Efendimiz’e, validemizin şu sözleridir: “Sen akrabanı koruyup gözetirsin, konuştuğunda doğru konuşursun, aciz olanlara yardım edersin, fakirlerin elinden tutarsın, misafiri ağırlarsın, haksızlığa uğrayanlara arka çıkarsın. (Dolayısıyla) Rabbin seni mahcup etmeyecektir.”
Hz. Peygamber’i (s.a.s.) sevmenin bazı tezahürleri vardır. Onu sevmek, onun tebliğ ettiği iman hakikatlerine bağlanmaktan, O’nun (s.a.s.) ahlakıyla ahlaklanmaktan geçer. Onu sevmek gaflet, heva ve heveslerinin tutsağı olmuş insanlardan uzak kalmaktan geçer. Kişiyi Allah’ın sevgi ve rızasını kazanmaya götüren en temel hususiyet de Hz. Peygamber’e (s.a.s.) derin bir muhabbet besleyip, getirdiği hükümlere ittiba etmekte kendini gösterir. Bu hususta Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
“De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." (Âl-i İmrân, 3/31.)
Hz. Peygamber’e uymak ise ona itaat ile olur, ona itaat da Allah’a itaat demektir. 
MEDİNE’NİN MANEVİ ATMOSFERİ
Hacı; gönlü ve zihni ile Asr-ı Saadet’e doğru sefere çıkmaktadır. Birkaç günlüğüne de olsa, Medine’ye, Allah Resûlü’ne ve Ensâr’a misafir olmaktadır. Dolayısıyla İslam’ın devlet olarak doğduğu ve yaşandığı iklimde, İslam tarihini, Hz. Peygamber’in hayatını ve sahabeyi yeniden okuma, yerinde anlama ve tanıma imkânı vereceği için Medine ziyaretinin önemi büyüktür.
Dünyanın dört bir yanından Medine’deki kutsal mekanları ziyarete gelen insanlar, aslında kendilerini aramaktadırlar. Hacı, zahirde binlerce kilometreyi kat eder ve yerinden yurdundan ayrılır. Ama gerçekte o, esas yolculuğu kendi iç dünyasında yapar. Çünkü o, aklını ve kalbini aydınlatacak ışığın peşindedir.
Medine’ye gelenler, Kutlu Elçi'nin önüne diz çökme bahtiyarlığına erememiş, onun mübarek dilinden dökülen sözcükleri dinleyememiştir. Ancak asırlar sonrasında onun bıraktığı manevi mirastan istifade etmeye çalışmaktadır. Bu da, büyük bir lütuf ve bahtiyarlık değil midir?
Medine’yi yaşamak bir özlemdir. Medine’ye duyulan özlemin altında yatan, Efendimiz’e (s.a.s.) ve O’nun getirdiği değerlere duyulan hasrettir. Fakirlerin, kimsesizlerin, yoksulların, dulların, yetimlerin hiçbir zaman geri çevrilmediği makama; sevgi, ilgi ve cömertlik kapısına duyulan özlemdir. İnsana verilen değere, kardeşliğe, dostluğa ve samimiyete duyulan özlemdir.
Medine’ye giderken hacı, âdeta kendisinin de hicret etmekte olduğunu düşünmelidir. Buradaki hicret, hakiki bir hicret değil, mecazi bir hicrettir. Hacı bu hicretiyle, Allah’ın kendisine haram kıldığı yasakları terk etmektedir. Hacı ruhen ve zihnen Asr-ı Saadet’e doğru yol almaktadır.
Medine, her ne kadar hac ve umrenin menasikinden değilse de orası Peygamber ve sahabe diyarıdır. Hz. İbrahim’in Mekke’yi harem bölge ilan etmesi gibi Medine de Hz. Peygamber’in ilan ettiği harem bölgedir. (Buhârî, Büyû’, 53) İbadet kastıyla yolculuğa çıkılabilen üç mukaddes camiden Mescid-i Nebevî’nin bulunduğu şehirdir. Burası turistik ya da ticarî saiklerle gidilebilecek, gezilebilecek bir yer değildir. Medine, demirci körüğü gibidir. Kirlisini, kötüsünü dışarı atar da halis ve temiz olan insanlar orada kalır.
Hz. Peygamber’in yaşadığı, dolaştığı, namaz kıldığı mekanlarda bulunmak, O’nun teneffüs ettiği aynı atmosferi teneffüs etmiş olmak elbette bir ayrıcalık ve bahtiyarlıktır. Her ne kadar, tarihî doku itibarıyla eski Medine’den neredeyse hiçbir iz kalmamışsa da, hacı orada zihnen on dört asır öncesine hayali bir yolculuk yapar ve sahabenin arasındaymış gibi hisseder kendisini. Allah Rasûlü’nün mütevazi hayat tarzına inat mevcut gökdelenler, yaldızlı-yıldızlı lüks oteller, sınırsız tüketimin yapıldığı çarşılar, modern yapılaşmalar, bu zihni yolculuğun önünde büyük engeller olarak dursa da, hacı gönlüyle gerçekleştirir bu hicreti.
Hacı, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) olan inancını, teslimiyetini, bağlılığını, sevgisini ve sebatını arz eder. İnananlar için örnek, önder ve rehber olmasına rağmen onu hakkıyla tanıyamamanın eksikliği; gerektiği kadar yakınında olamamanın üzüntüsü; sünnetlerini yeterince yaşayamamanın ezikliği ve her şeyden önemlisi ona layık bir ümmet olamamanın verdiği mahcubiyetle varır huzura. Tam huzurda iken, ona inanmak, ümmeti olmak, huzurunda bulunmak ve nihayet izinden gitmek ne anlama gelmektedir ve nasıl gerçekleştirilecektir diye düşünür.
Sünnete uymanın sadece taklitten ibaret olmadığını, şekil ile birlikte özün de yakalanması olduğunu, her yer ve zamanda uygulanabilecek nebevî ilkelere uymak demek olduğunu düşünür. Sünnetin Mekke’den Medine’ye, medeniyete giden nebevî yol olduğunu, diğer bir ifade ile bir “Medeniyet Projesi” olduğunu hatırlar. Nerede ve ne zaman yaşarsa yaşasın, medenî bir birey olmayı öğretir ona sünnet… Emanet, ehliyet, adalet, hakkaniyet, tevazu, samimiyet, dayanışma, yardımlaşma, kolaylaştırma, kardeşlik, temizlik, iyilik, dürüstlük, hoşgörü, sevgi, saygı, yararlılık, erdemlilik, olgunluk, örnek ve önder olmaktır sünnet… “Ben, ahlakî güzellikleri tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta’, “Husnü’l-huluk”, 8) buyuran Hz. Peygamber’in ahlakı ile temiz bir toplum, medenî bir toplum oluşturabilmektir sünnet…
Bu duygu ve düşüncelerle kendi durumunun bir muhasebesini yaptıktan sonra söz verir kendi kendine hacı, âdeta Allah Resûlü’nün mübarek elinden tutarak biat edercesine “Hiçbir şeyi Allah ve Resûlü’nün önüne geçirmeyeceğine”, (Hucurât, 49/1) “Al¬lah ve Resûlü’ne itaat edeceğine.” (Enfâl, 8/1) dair söz verir. Bundan böyle bütün hayatında “Resûl ile birlikte yol tutacağına” (Furkân, 25/27) onu kendisine “güzel bir örnek edineceğine” (Ahzâb, 33/21) dair söz verir.

(Bu başlığın hazırlanmasında şu kaynaklardan istifade edilmiştir: Haccı Anlamak, Hac İrşat Görevlileri için Örnek Metinler, Hac İlmihali(Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları)

İbadetlerin en önemli amaçlarından bir tanesi de toplumsal dayanışma, birlik ve beraberliğimizi pekiştirmektir. Umre yolcusu kutsal topraklarda Peygamberimiz (s.a.s) ve ashabı arasındaki kardeşliği ve dayanışmayı da kutsal topraklarda müşahede etme ve hissetme  fırsatı yakalar. Nitekim belki de bu yolculuğun umre yolcusuna katacak en güzel haslet kardeşlik şuurudur.

Hayatın bütün yönlerini kuşatan İslâm dininde, sosyal yardımlaşma önemli bir yer oluşturmaktadır.
Sosyal dayanışmanın maddi ve manevi cephelerinden söz etmek mümkündür. Bu noktada ayet ve hadislerde dikkat çekilen zekat, sadaka, hayırda yardımlaşmak ve yarışmak; müminlerin kardeşliği, birbirini sevmek, hoşgörü, diğergamlık, cömertlik, müsavat, adalet, kul hakkı, hak ve hukuka saygılı olmak v.b. kavramlar sosyal dayanışma ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgilidir. (Bkz. Bakara, 148, 282; Âl-i Imrân, 103; Tevbe, 11; Lokman, 3-4) Hz. Peygamber’in hayatına bu açıdan bakıldığında, peygamber olarak gönderilişinden itibaren ve daha Mekke döneminde iken duyurduğu mesajı incelendiğinde, ilk dönem Müslümanlarını bu konuya yönlendirici hususların ifade edildiği göze çarpmaktadır. Örneğin, inananların öncelikle tevhid inancı etrafında birleşmeleri ve bütünleşmelerinin emre- dilmesi, akraba ziyareti, adalet, iyilik, hakkı tavsiye etmek emredilirken; cimrilik ve israf kötülenmiş, insanların kusurunu aramak ve kovuculuk yapmak yerilmiştir. (Bkz. Âl-i Imrân, 180; Mâide, 32; Zuhruf, 89; Asr, 1-3) Aslında bu unsurlar, sosyal bütünleşmeyi sağlayan önemli değerlerdir.
Hicretle başlayan Medine döneminde ise Hz. Peygamber, gerçekleştirdiği pek çok icraat ile sosyal dayanışmanın en güzel örneğini ortaya koymuştur. Bu bağlamda, Muhacirler ile Ensar arasında gerçekleştirilen kardeşlik, yani muâhât oldukça anlamlıdır. Mirasın ancak kan bağı bulunan kimseler arasında gerçekleşeceğini bildiren ayetin gelişine kadar birbirine mirasçı da olunan bu sistem içinde kardeş ilan edilen ashabı kirâm, kardeşten de ileri düzeyde bir dayanışmayı sergilemiştir. Ensarlı kardeş, Muhacir kardeşine malının ve mülkünün yarısını hiç tereddüt etmeden teklif ederken, Muhacir kardeş ise bu teklifi saygıyla karşılamış fakat kabul etmemiş, ticaret ve iş hayatına atılma konusunda yardım ve rehberlik istemiştir. (Bu konuda bkz. Hüseyin Algül, "Muâhât", DİA, İstanbul, 2005, XXX, 308309) Burada Ensarın cömertliği, yardım etme arzu ve isteğine karşılık, Muhacirlerin tok gözlülüğü ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışmak istemelerinin altı çizilmelidir. Bu değerlerin hakim olduğu toplumlarda gerçek anlamda bir sosyal dayanışmanın var olması da kaçınılmazdır.
Hz. Peygamber’in hicretten sonra gerçekleştirdiği ve bir arada yaşama tecrübesinin güzel bir örneğini ortaya koyan Medine Sözleşmesi, o dönemde Medine’de yaşayan Yahudi kabileleri, anayasal bir statü içerisinde İslâm toplumunun bir parçası haline getirmiştir. Bu şekliyle de, Müslümanlar dışında diğer bir din sahibi olarak yahudiler ile şehrin savunması gibi önemli bir konuda dayanışma içerisine girmiştir. (Muhammed Hamidullah, Islâm Peygamberi, Çev. M. Said Mutlu, 3.bsk., İstanbul, 1972, l, 136-153) Ancak ne var ki hukuki bir sorumluluk, bir başka ifadeyle bir vatandaşlık görevi olan bu konuda Benû Kaynuka, Benu’n-Nadîr ve Benû Kureyza kabileleri, üzerine düşenleri yerine getirmedikleri ve böylece suç işledikleri için gerekli cezaya da çarptırılmışlardır. (Bkz. İsmail Hakkı Atçeken, Hz.Peygamber’in Yahudilerle Münâsebetleri, Marifet Yay., İstanbul, 1996, s. 116-137) Bir başka ifadeyle, anayasal hak ve sorumluluklara riayet edilmesi toplumlardaki dayanışma ve bütünleşmeyi pekiştirirken, ihlali ise parçalanmayı ortaya çıkaracaktır.
Diğer taraftan Hz. Peygamber’in Medine döneminde insanlara duyurduğu mesaj göz önüne alındığında, bu noktada önemli pek çok hususa dikkat çekildiği görülecektir. Nitekim infak, yetim hakkının korunması, iyiliğin emredilip kötülükten sakındırılması, kimsenin aldatılmaması emredilirken; alay, iki yüzlülük, hırsızlık, haset, kibir (Bkz. Bakara, 3, 177, 215; Nisâ, 54; Isrâ, 37) v.b. kötü davranışlardan uzak kalınması istenmiştir.
Bu bağlamda, Medine çarşısında buğday satan bir tacirin çuvalını kontrol eden Hz. Peygamber’in, çuvalın alt kısmının ıslak olduğunu tespit ettiğinde, müminleri aldatanın müminlerden olmayacağı ikazı (Ebû Dâvud, Buyû, 50; Tirmizî, Buyû, 72), bir taraftan ticari hayatı düzenleyen bir kural iken, diğer taraftan insanları aldatmanın ve haksız kazanç sağlamanın toplumdaki birlik ve dayanışmayı zedeleyici unsurlardan birisi olduğunu da ortaya koymaktadır.
Toplum hayatında görülen yanlışlıklara birey olarak ve vatandaşlık bilinci ile hukuk çerçevesinde gerekli tepkiyi koyabilmek, mazlum durumunda olanın hakkını almasına aynı biçimde yardımcı olmak, dayanışmanın temel unsurlarındandır. Nitekim Hz. Peygamber’in, toplumda ortaya çıkan ve dinen münker, hoşa gitmeyen kabul edilen davranışlara karşı en azından kalben buğzetmenin gerekliliğine işaret eden ve diğer taraftan zalim olan mümin kardeşin zulmüne engel olarak ona yardım etmenin zorunluluğuna dikkat çeken hadisleri ile komşusu açken tok yatanın, kendisi için istediğini diğer mümin kardeşi için de istemeyenin yerildiği ve iman açısından kamil düzeyde olmayacağının altının çizildiği hadisler, sosyal dayanışmanın önemli unsurlarını ortaya koymaktadır. Bu ve benzeri hadisler, duyarlılık eğitimi ve dayanışma bilincinin bireylere kazandırılması açısından büyük önem taşımaktadır. Sosyal dayanışmanın gerçekleşebilmesi için de bu değerlerin önemi tartışma götürmeyecek kadar açık ve nettir.
Buna karşılık nemelâzımcılığın, kin ve nefretin, hoşgörüsüzlüğün, kan davasının, güven bunalımı v.b. kötü hasletlerin hakim ve yaygın olduğu toplumlarda sosyal dayanışmadan bahsetmek mümkün olmayacaktır.
Nitekim Hz. Peygamber, daha cahiliye döneminde Muhammedü’l-Emîn sıfatıyla tanınırken, bir defasında Müslümanı tanımlarken, diğerlerinin elinden ve dilinden emin olduğu kimse şeklinde bahsetmiştir. Bu noktada, kendisinden her türlü kötülüğün gelebileceği düşünülen insanların çoğunlukta olduğu bir toplumda ise, bırakın sosyal dayanışmayı, toplum olma özelliğini korumak bile mümkün olmayacaktır.
Diğer taraftan Hz. Peygamber, bir Evrensel insan Hakları Beyannamesi niteliğini taşıyan Vedâ Hutbesinde cahiliye döneminde var olan kan davalarını kaldırdığını açıkça beyan etmiştir. Ayrıca bütün insanların Hz. Adem’den yaratıldığını ifade ederek, Allah katında geçerli olan üstünlük ölçüsünün sadece takva olduğuna dikkat çekmiştir. (Veda Hutbesi’nin tam metni için bkz. Hamidullah, İslâm Peygamberi, ı, 195-197) Bu noktada özellikle ortaya konulan takva ölçüsü, sosyal dayanışmayı zedeleyen her türlü sosyo-kültürel faktörleri bertaraf eden önemli bir değer yargısıdır.

(Prof. Dr. Ahmet Turan Yüksel, Sosyal Dayanışma, Diyanet Aylık Dergisi)

Medine-i Münevverede umreci sadece ibadetle meşgul olmaz. Aynı zamanda kutsal topraklardaki bir takım ziyaret yerlerini ve İslam tarihinde pek çok hatıraların yaşandığı mekanları da ziyaret etme fırsatı yakalar. Bu ziyaret yerleri kısaca şunlardır: 

a.    Mescid-i Nebevî
Hz. Peygamber’in Medine’ye gelişiyle ahalinin mutluluğu zirveye ulaşmıştı. Herkes, Efendimizi (s.a.s.) evinde misafir etme şerefine erişmek istiyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) devesi Kasva’yı serbest bıraktı ve devenin çöktüğü yere en yakın evde misafir olacaktı. Kasva, hurma kurutma mahalli olarak kullanılan yerde çöktü, oraya en yakın ev ise Ebu Eyyub el-Ensari’nin evi idi. Hz. Peygamber, bedelini ödeyerek bu arsayı aldı ve oraya mescid inşa edilmeye başlandı. Bu arada, mescidin yanında hane-i saadet yapılıncaya kadar Hz. Peygamber yaklaşık yedi ay Ebu Eyyub el-Ensari’nin evinde misafir oldu.
Mescid’in yapımında Hz. Peygamber bizzat çalışmıştır. Hatta, Mescid’in ilk taşı onun tarafından konularak temel atılmıştır. Temelde ve duvarların alt kısmında taş kullanılmış, üstüne bir sıra kerpiç çıkılmıştı.  
Mescidin doğu duvarı boyunca hane-i saadet ve başlangıçta iki adet olup daha sonraları dokuza kadar çıkan hücre-i saadetler yer almıştır. Bu hücreler, Ömer b. Abdülaziz veya Velid b. Abdülmelik döneminde yıkılıp, Mescide dahil edildi. Bundan dolayı o gün insanlar çok ağladılar. O gün hakkında, Said b. el-Müseyyeb de sonradan gelen nesillerin bu hücreleri görmelerini arzuladığını, böylece Hz. Peygamber’in dünyaya değer vermediğini görerek mal biriktirme ve onunla övünmekten vaz geçmelerini istediğini söylemiştir. (İbn Sad, VIII, 133.)
Mescid-i Nebevi ilk gününden itibaren apayrı manevi bir havaya sahip olmuş, içinde namaz kılan ve ibadet edenlere başka bir haz vermiştir. Bu sebeple de Hz. Peygamber (s.a.s.) burayı Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa ile birlikte İslam’ın kutsal üç mekanından bir olarak belirlemiştir (Müslim, Hac, 95): 
Mescid-i Nebevî bu kadar mukaddes ve mübarek bir ibadet mahalli olmasının yanında Hz. Peygamber döneminde idarî, siyasî, sosyal, kültürel ve benzeri bir çok faaliyetin de merkezi olmuştur. Mescid’deki Suffe bölümü ise başlı başına bir eğitim öğretim kurumu olarak değerlendirilmiştir. Burada yetişen ve kendilerine Kurra da denilen sahabiler çevreye İslam’ın yayılmasında büyük hizmetler vermişlerdir.
b.    Ravza-i Mutahhara
Hacı, ömrü boyunca Kur’an ayetlerinden ve hadis-i şeriflerden tanıdığı Sevgili Peygam¬berini, bu defa onun yaşadığı yerde, dostlarından da dinledik¬ten sonra, onun huzuruna çıkmaya niyet eder. Tabi öncesinde abdest tazelenir, mümkünse gusledilir. Varsa güzel kokular sürülür, temiz bir kıyafet giyilir, salavât-ı şerifeler okunur ve Ravza’ya yaklaşıldıkça bu salavâtlar arttırılır. Okunan salavatların Efendimize (s.a.s.) ulaştırılacağı bir an olsun akıldan çıkarılmaz. Çünkü bu muştu bizzat Hz. Peygamber’den şöyle gelmiştir: 
مَنْ صَلَّى عَلَيَّ عِنْدَ قَبْرِي سَمِعْتُهُ، وَمَنْ صَلَّى عَلَيَّ نَائِيًا أبْلِغْتُهُ
“Her kim kabrimin yanında bana salavat getirirse onu işitirim, her kim de bana uzaktan salavat getirirse bu bana iletilir.” (Beyhakî, Şuebu’l-İman, III, 140; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VI, 488).
Ravza-ı Mutahhara’yı ziyarete gelen kimse mümkünse Babu’s-Selam’dan mescide girer ve kerahet vakti değilse iki rekat tahiyyetü’l-mescid namazını cennet bahçelerinden bir bahçe olan bölümde yani kabr-i şerif ile Hz. Peygamber’in minberi arasındaki yerde kılar. 
مَا بَيْنَ مِنْبَرِي وَبَيْتِي رَوْضَةٌ مِنْ رِيَاضِ الْجَنَّةِ
 “Evim ile minberim arasındaki yer cennet bahçelerinden bir bahçedir.” (Müslim, Hac, 92.) 
Âdeta hayat¬taymışçasına sükûnet ve vakarla, ona layık bir saygı ve hür¬metle Kabr-i Saadet’i ziyaret eder. Ruhuyla ve bedeniyle Allah Resûlü’nün huzuruna varır ve samimiyetle salât ve selam eder. Orada onun civarında değil, huzurunda olduğunu idrak eder. 
c.    Bakî’ Kabristanı
İslâm’ın başlangıcından beri Medine-i Münevvere’nin mezarlığı olan Cennetü’l-Bakî’de pek çok sahabi, Hz. Hatice ve Hz. Meymûne hariç olmak üzere Allah Resûlü (s.a.s.)’nün eşleri, kızları, oğlu İbrahim, halaları, teyzeleri, amcası Abbas ve ashabdan yine Osman b. Affan, Abdurrahman b.Avf, Ebu Hureyre, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin’in başı ve daha birçok Ehli Beyt’in ileri gelenleri (radıyallahu anhum) de buraya defnedilmişlerdir.
Ehl-i Beyt’in, Allah Resûlü (s.a.s.)’nün eşlerinin, Hz. Osman(r.a.) ve daha pek çok kimselerin kabirleri üzerine tarih boyunca inşa edilen kubbeler ile diğer mezar yapıları, Medine-i Münevvere’nin Suud hâkimiyetine girmesiyle yıkılmış ve mezarlar düzlenmiştir. Bugün Cennetü’l-Baki, yine Medine-i Münevvere’nin mezarlığı olarak kullanılmaktadır.
Medine-i Münevvere’ye gelen bir Müslümanın aralarında Hz. Osman, Hz. Abbas, Hz. Aifle, Hz. Fatıma, Hz. Hasan gibi ileri gelen sahabîlerin de bulunduğu Bakî’ Mezarlığını, orada medfun olan yaklaşık on bin sahabeyi ziyaret eder, onlara da selam verir ve dua eder. Zira Hz. Peygamber de zaman zaman bu mezarlığa gider ve orada yatan müminler için dua ederdi. (Müslim, Cenaiz, 102)
d.    Kuba Mescidi
Allah Resûlü’nün hicret yolculuğunda ilk durağı olan Kuba, Medine’ye 5 km. mesafededir. Hz. Peygamber Kuba’da on dört gün kalmış ve bir mescit yaparak orada namaz kıldırmış¬tır. Medine’ye yerleştikten sonra da cumartesi günleri Kuba Mescidi’ni ziyaret eder ve burada namaz kıldırırdı. “İlk günden takva üzere kurulan mescit, elbette içinde namaza durmana daha uygundur. Orada temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah da te¬mizlenenleri sever” (Tevbe, 9/108) ayetinde sözü edilen mescidin Kuba Mescid’i olduğu, temizlikleri övülenlerin de Kubalılar olduğu belirtilmektedir.
Başta Buhari ve Müslim olmak üzere hadis kaynaklarında Mescid-i Kuba’nın faziletine dair bölümlere yer verilmiş, Hz. Peygamber'in Medine'de bulunduğu zamanlar cumartesi, bazan da pazartesi günleri ve ramazanın 17. günü Mescid-i Kuba'ya giderek namaz kıldığına dair rivayetler zikredilmiştir. Ayrıca onun mescidde sürdürülen öğretim faaliyetine nezaret ettiği, Kuba'da namaz kılmayı umreyle eş değer gördüğü rivayet edilmektedir:
مَنْ تَطَهَّرَ فِي بَيْتِهِ ثُمَّ أَتَى مَسْجِدَ قُبَاءَ، فَصَلَّى فِيهِ صَلَاةً، كَانَ لَهُ كَأَجْرِ عُمْرَةٍ
 (İbn Mace, İkametu’s-Salat, 197 (Hadis no: 1412); Tirmizi, Ebvabu’s-Salat, 125 (Hadis no: 324)). Hz. Ömer de, Mescid-i Kuba’yı ziyaret ettiğinde tozunu alır, buraya büyük hürmet gösterirdi.
e.    Kıbleteyn Mescidi
Bilindiği gibi daha önceleri Hz. Peygamber, namazlarında kıble olarak Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ’ya yönelmekteydi. As¬lında gönlünden kıblenin Hz. İbrahim’in kıblesi olan Kâbe’ye çevrilmesini geçiriyor ve bu doğrultuda bir vahiy bekliyor¬du. Hatta kendisi Mekke’deyken Kâbe’de kıldığı namazlarda, Rükn-i Yemânî ile Hacer-i Esved arasından Kâbe’yi önüne almak suretiyle hem Kâbe’ye, hem de Kudüs’e yönelmiş ol-maktaydı. Hicretten yaklaşık bir buçuk yıl sonra, arzuladığı şekilde kıble olarak Kâbe’ye yönelme emrini veren ayet indi: “... Seni elbette, hoşlanacağın kıbleye döndüreceğiz. 
Mescid-i Harama (Kâbe’ye) doğru dön. (Ey müminler) siz de ne¬rede olursanız olun, (namazda) oraya doğru dönün.” (Bakara, 2/144)
Bu ayetin indiği haberini işitmeleri üzerine küçük bir mescid¬de namaz kılmakta olan bazı sahabîler, namaz sırasında yön¬lerini Kudüs’ten Kâbe’ye çevirdiler. Böylece Kudüs’e yönelerek başlanan namaz, Kâbe’ye yönelerek tamamlandı. Bundan do¬layı da bu mescide “İki kıble mescidi” anlamına gelen “Kıble¬teyn Mescidi” adı verildi. Kıblenin değişmesi, Hz. Peygamber’e uyanlarla, ökçesi üzerinde gerisin geriye dönenleri ayırt etme¬ye yarayan bir imtihandı aynı zamanda. (Bakara, 2/143)
f.    Uhud
Medine’de ziyaret edilecek en önemli yerlerden biri de Medine’nin 5 km. kuzeyinde yer alan Uhud’dur. Bedir Savaşı’ndan sonra sahabenin müşrik ordusuyla yaptığı ikinci büyük savaş burada vuku bulmuştu. Bedir’de bozguna uğrayan müşrikler, intikam almak üzere çıkmışlardı bu savaşa. Hz. Peygamber gördüğü bir rüya üzerine Medine’yi içeriden savunmak iste¬mekteydi. Ancak Bedir Savaşı’na katılmamış bazı gençlerin ısrarı üzerine düşmanla açık alanda karşılaşmak durumunda kaldı ve Uhud’a çıktı.
Uhud Savaşı’nda Resûllüllah, Abdullah b. Cübeyr komutasın¬da bir okçu birliğini, stratejik önemi bulunan bir boğazın ya¬macına yerleştirmiş ve onlara, “Bizim onları yendiğimizi görseniz bile yerinizden ayrılmayın! Yenildiğimizi görseniz dahi bize yardı¬ma koşmayın!” diye sıkı sıkı tembihlemişti. Buna rağmen, müş¬riklerin bozguna uğradığını gören bu okçuların birçoğu “Ga¬nimet! Ganimet!” diye bağırarak heyecan içinde yerlerinden ayrılmış, Abdullah b. Cübeyr onlara Hz. Peygamber’in emrini hatırlatmışsa da, onu dinlemeyip savaş meydanına inmişlerdi. Arkadan dolanan düşman süvari birliğince etrafı sarılan saha¬be, iki taraftan sıkıştırılarak hezimete uğramıştı. Kur’an’da an¬latıldığı üzere bu sahabîler, arzuladıkları galibiyeti gördükten sonra zaafa düştüler, (Hz. Peygamber’in verdiği) emir konusunda birbirleriyle çekişip isyan ettiler. Kimi dünyayı istiyor¬du, kimi de âhireti istiyordu. (Âl-i İmrân, 3/152)
Hz. Peygamber’in, bu okçu birliğine kesinlikle yerlerini terk etmemeleri direktifini vermesine rağmen, onların çoğu gani¬met sevdasıyla her şeyin bittiğini, maksadın hâsıl olduğunu zannederek bu emri ihlâl etmişler; kazanılmış bir zaferin ka¬çırılmasına, yetmiş kişinin şehit olmasına sebep olmuşlardı. Oysa komutanları Abdullah ile birlikte yerlerinde sebat eden bazı okçular, “Biz Allah’ın Resûlü’ne itaat edip, yerlerimizde durur, onun emrini terk etmeyiz” diyerek Peygamber emrine itaati, âhireti ve şehitliği tercih etmişlerdi.
Ve bütün bunlara rağmen Hz. Peygamber: “Uhud öyle bir dağ ki, o bizi sever, biz de onu severiz.” (Buhârî, “Cihâd”, 71) diyerek düş¬man saldırılarından dolayı sığındığı ve âdeta bir şahsiyet gibi gördüğü bu kayalık dağa vefa gösteriyor, cansız varlıklarla dahi bir tür sevgi ve hürmet ilişkisi kuruyordu.
g.    Hendek ve Mesacid-i Seb’a
Kureyş, Hayber, Gatafan, Fezâre ve Esed Oğulları gibi müşrik, Yahudi ve münafık gruplardan oluşan müttefik kuvvetlere kar¬şı yapıldığı için “Ahzab Savaşı”; Selmân-ı Fârisî’nin İran tecrü¬besiyle getirdiği teklif sonucu Medine’nin etrafına kazılan hen¬dekten dolayı da “Hendek Savaşı” diye anılan bu savaş, hicretin 5. yılında meydana gelmiştir. Bir süvarinin geçemeyeceği derinlik ve genişlikte kazılan, Medine’nin hurmalıklarla kaplı olmayan cephesini çevreleyen hayli uzun bir hendeğin kazıl¬ması birkaç hafta sürmüş; Hz. Peygamber de ashabıyla bera¬ber üstü başı toprak oluncaya, açlıktan bitap düşünceye kadar hendek kazmıştır. Hendek’ten çıkartılan toprak Müslümanlar için siper olduğundan, ne karşıdan bir at geçebilmiş, ne atılan oklar isabet edebilmişti. Seksenli yıllara kadar bu hendekten bazı kesitler mevcut iken, maalesef günümüze kadar koruna¬mamış ve üzerine asfalt dökülmüştür.
h.    Cuma Mescidi (Mescidü’l-Cumua)
Hicret esnasında Allah Resûlü (s.a.s.), Kuba’da ilk mescidi bina etmiştir. Kuba’dan Medine-i Münevvere’ye giderken, Ranuna vadisine vardığı sırada Cuma vakti olmuş ve Allah Resûlü (s.a.s.), burada hutbe okuyup Cuma namazını kıldırmıştır. Daha sonra buraya yapılan mescide Mescid-i Cumua denilmiştir. Bu mescid, Kuba’dan Medine istikametine doğru yaklaşık bir km. uzaklıkta yer almaktadır. İlk yapılışından bu tarafa birçok defa yenilenmiştir.
i.    Mikat Mescidi
Medine’den umre veya hac yapacakların mikat yeri Zülhuleyfe’dir. Allah Resûlü (s.a.s.) de umre ve hac yapmak için Medine’den ayrılırken burada ihrama girip namaz kılmıştır. Burası, Medine’den 8 km. uzaklıkta ve Medine-Mekke otoyolunun sağ tarafındadır. Otoyoldan mescide bir çıkış vardır. Allah Resûlü (s.a.s.)’nün namaz kılıp ihrama girdiği bu yere daha sonra mescit yapılmış ve bu mescit de tarih boyunca pek çok yenileme ve genişletme faaliyetlerine sahne olmuştur. Resulûllah (s.a.s.), burada bir Semura ağacının altında namaz kıldığı için buradaki mescide Mescid-i Şecere de denmiştir. Diğer adları ise Mescid-i Zil-Huleyfe, Mescid-i Mikat ve Mescid-i Ebyâr-ı Ali’dir.
Kral Fehd zamanında mescit genişletilmiş ve çevresine umre ve hac yapacakların ihtiyaçlarını karşılayabilecek modern tesisler yapılmıştır. 600 m²’lik bir alanı olan mescidin içinde 5000 kişi namaz kılabilmektedir.

(Bu başlığın hazırlanmasında şu kaynaklardan istifade edilmiştir: Haccı Anlamak, Hac İrşat Görevlileri için Örnek Metinler(Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları)

Hiç şüphesiz ki bir ibadetten hakkıyla istifade etmenin yegane yolu, o ibadeti en iyi şekilde bilmeye ve tatbik etmeye bağlıdır. Bu sebeple umreye gitmeden önce umreye dair hususların öğrenilmesi büyük öneme haizdir.

Umrenin Yapılışı:

Umre yapmak isteyen kimse; gerekiyorsa koltuk altı ve kasık kıllarını giderir, saç sakal tıraşı olur, bıyıklarını düzeltir, tırnaklarını keser ve boy abdesti alır, boy abdesti alma imkânı yoksa abdest alır, vücuduna güzel koku sürünür.
Erkekler, atlet, kilot, çorap, elbise ve ayakkabılarını çıkarırlar. İzar ve rida adı verilen iki parça ihram örtüsüne bürünürler. Ridanın uçlarını birbirine bağlamak veya iğne ile tutturmak mekruhtur. Ayaklarına arkası ve üzeri açık terlik giyerler. Bele kemer bağlamada, sırta çanta almada ve şemsiye kullanmada bir sakınca yoktur. Kadınlar elbise ve ayakkabılarını giymeye devam ederler, başlarını açmazlar, yüzlerini de örtmezler. 
* İhramın sünneti niyeti ile iki rekât ihram namazı kılarlar. Namazın birinci rekâtında Fatiha suresinden sonra "kafirun" suresini, ikinci rekâtında ise yine Fatiha suresinden sonra "ihlâs" suresini okurlar. 
* Umre yapmak isteyen kimse afakî ise mikat sınırlarını geçmeden, Hıll bölgesinde ikamet ediyorsa bulunduğu yerde, Harem bölgesinde bulunuyorsa Hıll bölgesinde mesela Ten'im'e giderek ihrama girer.
* İhrama, niyet etmek ve telbiye getirmek suretiyle girilir. Niyet, umre yapacağının kalben belirlenmesi demektir. Niyetin, 
"Allah'ım! Umre yapmak istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve onu kabul buyur" diyerek diliyle ifade edilmesi müstehaptır. 
* Niyet ettikten sonra, 
"Buyur Allah'ım buyur! Buyur, senin hiçbir ortağın yoktur. Buyur, şüphesiz her türlü övgü, nimet, mülk ve hükümranlık sana mahsustur. Senin ortağın yoktur" diyerek telbiye getirir. Böylece ihrama girmiş ve ihram yasakları başlamış olur. 
* Mekke'ye varıncaya kadar vasıtalara binişte ve indiği yerde, kafilelerle karşılaştığında, şehirlere girdiğinde, akşam ve sabah, gece ve gündüz, vasıtada, yürürken, otururken, yatarken, ayakta iken, inişte, yokuşta, mekan değiştikçe ve farz namazların arkasından her fırsatta telbiye, tekbir, tehlil ve salavat-ı şerife yüksek sesle söyleyerek yolculuğuna devam eder. 
* Telbiyeyi her söyleyişte üç defa tekrarlamak, sonra tekbir, tehlil ve salâvat-ı şerife okumak müstehaptır.

* Mekke'ye yaklaşıp Harem bölgesine girince
"Allah'ım! Burası senin haremindir, emin kıldığın yerdir. Beni cehenneme girmekten koru. Kullarını dirilttiğin gün beni azabından güvende kıl, beni dostlarından ve itaatkâr olanlardan eyle" diye dua eder.
* Mekke'ye abdestli girmek sünnet, gündüz girmek müstehaptır.

* Mekke'de otele veya eve yerleşip dinlendikten sonra mümkünse boy abdesti, mümkün değilse abdest alır, yaya veya vasıta ile Mescid-i Harem'e gider. Yolda tekbir, tehlil, telbiye ve salavat-ı şerife getirir. Tevazu ve saygı ile
"Allah'ım! Rahmet kapılarını bana aç ve beni kovulmuş şeytandan koru" diye dua ederek Mescid-i Harem'e girer.

* Beytullah'ı görünce üç defa tekbir ve tehlil getirir ve şu duayı okur.
"Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, Her türlü övgü Allah'a mahsustur, Allah'tan başka ilah yoktur. Allah en büyüktür. Allah'ım! Bu senin Evindir. Onu Sen yücelttin, Sen şereflendirdin, Sen değerli yaptın. Onun yüceliğini, şerefini ve değerini artır. Ya Rabbi! Onun değerini artıran, onu şereflendiren, ona saygı gösteren kimsenin şerefini, saygınlığını, heybetini, yüceliğini ve iyiliğini artır. Allah'ım! Sen selamsın ve selamet ancak sendendir. Bizi selametle yaşat ve selamet yurdun olan cennetine koy, ey Celal ve ikram sahibi Allah'ım! Sen her şeyden yücesin ve her şeyden üstünsün"

* Bildiği başka duaları da okuyabilir. Tavafa başlamadan önce telbiyeyi keser.

Hacer-i Esved hizasına gelir, yönünü ona döner, ellerini omuz hizasına kadar kaldırıp "Bismillah, Allahu Ekber" diyerek Hacer-i Esved'i selamlar, tekbir, tehlil ve tahmid getirir. Kalabalık değilse ve kimseye eziyet vermeyecekse Hacer-i Esved'i öper, kalabalık ise Hacer-i Esved'i öpmez. İstilam, sünnet, insanları itip kakmak ve eziyet vermek günahtır. Sünneti ifa etmek için günah işlenmez.


* Umre tavafı yapmaya niyet eder. Niyetini,
"Allah'ım! Senin için umre tavafını yedi şavt olarak yapmak istiyorum. Onu benim için kolaylaştır ve kabul eyle" diyerek yapması müstehaptır.

* Tavafını, Ka'be'yi soluna alıp Hatim'in dışından dolanarak yapar. Her şavtta Rükn-i Yemani ve Hacer-i Esved'i uzaktan "Bismillah, Allahu Ekber" diyerek istilamda bulunur. Hacer-i Esved'i istilam, sünnet, Rükn-i Yemani'yi istilam ise müstehaptır. Rükn-i Yemani öpülmez, diğer köşeler istilam edilmez.

* Tavaf sırasında mesnun duaları veya bildiği duaları okur ve sessizce tekbir ve tehlil getirir veya Kur'an okur.

* Tavafın ilk dört şavtı farz; tavaf'ı cünüp, adetli ve nifas halinde değilken ve abdestli olarak yapmak, avret yerlerini örtmek, tavafı Ka'be'yi soluna alarak yapmak, tavafa Hacer-i Esved hizasından başlamak, tavafı Hatim'in dışından dolanarak yapmak, gücü yetenin tavafı yürüyerek yapması ve şavtı yediye tamamlamak vaciptir. Bunlardan biri terk edilirse dem gerekir.

* Tavaf'ta ıztıba' ve ilk üç şavtta remel yapar.

* Tavaf yedi şavta tamamladıktan sonra "Mültezem"de ve Hatim'de dua eder. Mümkünse Makam-ı İbrahim'in arkasında değilse uygun bir yerde iki rekat "tavaf namazı" kılar, bu namazı kılmak vaciptir. Namazdan sonra dua eder, peşinden zemzem içer ve Hacer-i Esved'i istilam eder.

* Umrenin sa'yini yapmak üzere Safa'ya gider. Yönünü Ka'be'ye döner, tekbir, tehlil, tahmid ve salât-ü selam getirir, dua eder. Sa'y yapmaya niyet eder. Niyetini,
"Allah'ım! Senin rızan için Safa ile Merve arasında yedi şavt olarak umrenin sa'yini yapmaya niyet ediyorum" diyerek yapması müstehaptır.

* Sa'yini yedi şavt olarak Safa'da başlayıp Merve'de bitirir. Sa'y yaparken mesnun duaları veya bildiği duaları okur ve sessizce tekbir ve tehlil getirir veya Kur'an okur. İki yeşil ışık arasında "hervele" yapar. Sa'yi tamamlayınca Merve'de dua eder.

* Umre'nin sa'yi vaciptir. Terk edilirse dem gerekir.

* Berberde veya evde veya otelde saç tıraşı olur veya saçlarını kısaltır, böylece ihramdan çıkar ve bu şekilde umre ibadetini yapmış olur.
* Kadınlar, remel ve hervele yapmazlar. Tekbir, tehlil ve telbiyede seslerini yükseltmezler. İhramdan çıkmak için saçlarının ucundan parmak ucu kadar kesmeleri yeterlidir. Kadınlar adetli iken tavaf yapmazlar.

 (Bu bölüm Diyanet İşleri Başkanlığı Hac İlmihali  ve Umre Rehberi  kitaplarından faydalanılarak hazırlanmıştır)

Umre yolcusu bu ibadet esnasında kazandığı olgunluğu ve güzel ahlakı ömrü boyunca korunması gereken güzel bir haslet olduğunu bilmesi gerekir. Bu yolculuk esnasında edindiği güzel hatıraları hayatı boyunca unutmaması gerektiğini bilmelmeli ve bu yolculuk esnasında birlikte hareket ettiği yol arkadaşları ile helalleşmeye ve arkadaşları ile bundan sonraki hayatında da ilişkiler geliştirmeyi arzu etmelidir.   

Umre yolculuğu Kısa bir süre içinde gerçekleşmek ile beraber görülen yerler ve yaşanan Hatıralar açısından insan üzerinde derin izler bırakır.
Umrecilerimizin kutsal topraklarda kazanmış oldukları tecrübeler hayatları boyunca belki bir daha elde edemeyecekleri eşsiz değerdedir. Zira kutsal mekanın dönüştürücülüğü, hac ibadetinin kendine özel bazı ritüelleri memlekete döndükten sonra insanın yeni hayatında çok ciddi değişimlere sebebiyet vermektedir.
Umrecilerimiz, kutsal topraklarda bir takım güzel hasletler kazanırlar. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
Müslüman olmak kadar müslüman ölmek nasıl şart ise, umre yapmak kadar umreden döndükten sonra orada kazanılan güzel hasretlerin korunması da o derece önemlidir.
İnsanlar hacıyı örnek bir müslüman olarak görmek isterler. Bu bakımdan bilhassa olumsuz tutum ve davranışların İslam'ın aleyhinde propaganda malzemesi yapılacağını göz önüne alarak umre yapma niyetini elde etmiş bir Müslüman kesinlikle doğruluktan dürüstlükten taviz vermemeli, hakkı hukuk gözetmelidir.
Her Müslümanın görevi olmakla birlikte özellikle umreci, İslam'ın güzelliğini yaşantısıyla göstermelidir. Bu sebeple İslam'a aykırı düşecek tavır ve davranışlardan şiddetle sakınmalıdır. Onun için yalan haksızlık hıyanet, ahde vefasızlık, aldatma, kandırma, eksik ölçme ve tartma gibi ahlaka aykırı tutum ve davranışlardan daima uzak durmalıdır.
Gerek dürüstlük, doğruluk, özü sözü bir olmak gibi ahlaki nitelikler açısından, gerekse İslami bilinçlenme noktasından umreden sonraki hayatının umre öncesine kıyasla daha ileride olması ana gaye olmalıdır. Yaptığı umre Müslümanın Allah'a saygısını, takvasını ve ahiret hayatına daha iyi hazırlanma zevkini daha da arttırmalıdır.   Bundan dolayı umreci, umreden sonraki hayatını umre günlerinde yoğunlaştığı İslami yaşantı doğrultusunda sürdürme çabası içinde olmalıdır. Allah’a verdiği sözü daima hatırında tutarak İslam'ın onaylamadığı her türlü kötü söz fiil ve davranıştan uzak durmalıdır. Hacer-i Esved de yaptın sözleşmeyi, ahdi bozmamalıdır. Çünkü orada bundan böyle Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmeyeceğine dair söz vermiş olmaktadır. Kısaca şeytanın ya da heva ve hevesini peşine takılarak ahde vefasızlık etmemelidir.
Umre Müslümana din kardeşlerinin derdini dert edinme bilincini kazandırmış olmalıdır. Çünkü Müslümanların derdini dert edinmeyen onlardan değildir.  Umrecinin gönlünde din kardeşine karşı en ufak bir kin ve nefret kalmamalıdır. Ayrıca hacı her gün beş vakit Kabe'ye ve Rabbine yönelirken Kabe'ye manevi bir yolculuk yapabilme bilincini kazanmış olmalıdır.
İşte umrecilerimiz yukarıda zikrettiğimiz bu güzel kazanımları memleketlerine döndükten sonra da devam ettirmeleri gerekir. Aksi takdirde hayatta nadir olarak elde ettiği bu fırsatları kaçırmış olacaktır.   Bu sebeple kutsal topraklarda kazandığı güzel arkadaşlıkları ve dostlukları Türkiye'de de devam ettirmeli ve sürekli oralarda yaşadığı güzel hatıraları zihninde canlı tutmalıdır.

(Hac Yolcuları Eğitim Programından istifade edilerek hazırlanmıştır)